Lavinya Dergisi

AY IŞIĞI MANASTIR
Arşiv

Eski Yazar Yazıları

Gerçeklik, göstergelerden örülmüş bir kumaştır. Yaban gerçeklerden uzakta yaşayan bir zanlı gibi ortalarda dolaşıyordu. Dönülmez yollardan, kararsız günlerden garip bir hikâye oluşturma çabası içerisinde hiçbir zaman olmamıştı. Hayatta arafta kalmayı bilmeden yaşamaya çalışan biriydi. Belki de başkalarına göre bir avare bile olabilirdi. Onun için sadece yaşadıkları ve yaşayamadıkları vardı. Şimdi bu bahar gününde bu düşüncelerle toprak yolda yürürken içini huzur mu yoksa tedirginlik mi kaplaması gerektiğini bilemiyordu. Toprak yolun sonunda ikinci köye doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çok şirin, ufak bir sahil kasabasındaydı bir süredir. Uzun soluklu koşuşturmalarının içinde sonunda nefes alacağı bir liman bulmuştu. Etrafta zeytin ağaçlarının kokusu yürürken yana kaykılan bedenini kendinden geçiriyordu. Uzun zamandır aksayan ayağının varlığını bile bu kasabayı keşfederken unutmuştu. İkinci köye ulaştığında gün batmaya yaklaşmaktaydı. Ufuk çizgisi kızıla boyanmış biraz ilerde bulunan koydan bir tekne kıyıya doğru yaklaşmaktaydı. Tuhaf bir sıkıntı içini kapladı. Hiç bilmediği bu yerin farklı atmosferi belki de onu sarsmıştı. Etrafta yıkık dökük evler, Rumlardan kalma yarısı yanmış bir manastır vardı. Manastırın heybetli duruşu dikkatini çekti. Yönünü oraya doğru çevirdiğinde bir bebek sesi kulağında çınlamaya başladı. Adımlarını sıklaştırdı. Hava kararmaya başlamıştı. Bulutların arasından yükselen ay bütün karanlığa fener tutuyordu. Sesi takip etti. Yaklaştıkça ağlama sesine benzeyen ses içini tedirginlikle doldurmaya başladı. Aksadığını unuttuğu ayağı birden acımaya kendini belli etmek istercesine yanmaya başladı. Biraz önce kıyıya yaklaşmakta olan tekne şimdi manastırın önüne demir atmaya hazırlanıyordu. Onun ise kulakları zonklamaya gözlerinin önünden hiç bilmediği ya da çok yakından şahit olduğu sahneler geçmeye başlıyordu. Derken derin bir nefes alıp manastırın sağlam kalan duvarlarından birisinin arkasına gizlendi. Yanmış duvarların olduğu yerin tam ortasında bir kadın beyaz kundaklı bir bebeği ellerinin arasında tutuyordu. Kadının uzun siyah saçlarının arasında parlayan mor taşlı toka gözlerini almaktaydı. Titreyen ayakları, dengede durmasını zorlaştırmaya başlamıştı. Tekneden inen iki adam ve yaşlı bir kadın bebekli kadının yanına geldiler. Bebek gecenin sessizliğini delercesine ağlıyordu. Kadın ise bebeğe bütün gücüyle sarılmıştı. İki adamdan birisi elini bebeğe doğru uzattığında yerin titrediğini hissetmişti. Deprem mi oluyor diye düşündü. Birazdan burası yıkılacak ve hepsi bu taş yığının altında kalacaktı. Hatta kalmaları gerekiyordu. Bunun için olanca gücüyle dua ediyordu. Çünkü biraz sonra yaşanacak olanlarla yüzleşmek istemiyordu. Kadın ağlayarak arkasını döndüğünde onu fark etmiş olmamalarını diledi. Yaşlı kadının kapkara gözleri ise ona çevrilmiş adeta kordan bir alev gibiydi. Saklanmak için bir adım daha geriye gittiği anda patlayan silah sesi kalbini durdurmaya yetmişti. Kendini manastırın soğuk zeminine bıraktı. Gözlerini açtığında keskin kolonya kokusu burnunu delmekteydi. Elini yanına attığında beyaz sabunla yıkanmış çarşaflardan birinde yattığını fark etti. Telaşla doğrulmaya çalıştı. Neredeydi? Elleriyle üstünü başını yokladı. Başı onu çıldırtacak derecede ağrıyordu. En önemlisi de artık her şeyi en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordu. İsmi Ali’ydi. Uzun zamandır kimsesizliği ismiyle vücut bulmuştu Bütün geçmişinin dağınık parçaları toplanmıştı. Puzzle artık tamdı. Bundan sekiz yıl önce Ali bu kasabada eşini kör bir kurşunla kaybetti, kendini ise bu bilinmezliğe mahkûm etti. Ay ışığında parlayan bebeğinin sesinin yankıları manastırın duvarından hiç silinmedi. Aksayan ayağı ise o bilinmezlikte ona bir gösterge işaret etti. Şimdi anlıyordu sekiz yıl sonra yine aynı yerde aynı şeyleri hatırlaması gerekiyordu. Çünkü her bilinmezlik bir kuşkuyla son bulurdu.