Lavinya Dergisi
KAYIBIM
Bedire AKARAY
Ve akıl sessizce kalbin bagajına saklanır. Yakalanmadan geçebilsin diye dua eder dünyanın sınırından.
Dönüyorum. Dünya gibi değil, dünya kadar dönüyorum. Gri-mavi paisley desenli pürüzsüz zeminin üzerinde. Siyah mermer kolonlarındaki derin ejderha oymalarına onların kaçmasını önlemek istermiş gibi sıkı sıkı dolanmış sarmaşıkların arasında. Billur boncuklarla bezeli kırmızı eteğimin uçları kar tanesi olarak yaratılmamanın acısını çıkartırcasına bir hevesle savruluyor etrafımda. Saçlarımdaki cılız böğürtlen kokusu yolunu kaybetmiş gibi kararsız siniyor enseme. Dönüyorum. Ama ben ne yapıyorum burada? Kimim beni bekliyor. Sekizgen çeşmenin yosun bağlamış ahşap oturaklarında. Issız bir yer. Lakin sessiz değil. Arsız davullar mütemadiyen kırışık kulakları istila ediyor. Kökleri topraktan dışarı taşmış ağaçların yardım isteyen fısıltıları çeşmenin sarımsı taşlarına yapışmış. Kaynağı belli olmayan buz gibi su daima ortalarından akıyor. Sadece geldiği yer değil, gittiği yer de meçhul. Ama su öylesine soğuk ki, adeta zamanı da dondurmak istiyor. Kimim şimdi tam orada oturuyordur. Tek başınadır ama gürültüden başı şişmiştir. Beni bekliyordur. Ben ise hala dönüyorum. Topuklarım uyuşuyor. Omuzlarım da öyle. Ama başım dönmüyor. Birazcık bile. Sanki başımı gömmüşler de bütünleşmiş dünyayla. Dansımın şiddeti dünyayı nasıl etkilemiyorsa başımı da öyle sarsmıyor. Başım dünyasılaşıyor. Belime takılmış zincir iz bırakmış olmalı. Karnımın üstünde değdiği yerler kaşınıyor. Dönüyorum. Ama Kimim beni bekliyor. Üşümüştür de orada. Ceketi vardır yanında muhakkak ama giymiyordur. Ayakkabıları sıkıyordur ve başka derdi yokmuş gibi o ayakkabıların tozunun kaç ıslak mendille temizleneceğini hesaplıyordur. Dolanıyordur bileklerine bağcıklar ve halatlar. Yutkunarak yolumu gözlüyordur. Biliyordur boynumdaki kolyenin rengini. Küpelerimin salınışını, canım parmak uçlarımda ıkınırken gülümsediğimi biliyordur. Eteğimin her dönüşümde biraz daha hafiflediğini biliyordur. Tabanlarım kıvıl kıvıl yanıyor. Neden yorulmuyorsunuz gözlerim? Gitmemiz gerekiyor. Kimim orada bizi bekliyor. Çeşmenin suyu da soluyor gökyüzüyle beraber. Ağaçların kabukları, çekirdekleri, kökleri, alınları, yaprakları, nefesleri kararıyor. Gölgeler azat ediliyor sokak lambalarından tam gece yarısında ve ejderhalarınki gelip güneşi yutuyor. Kimim ejderhalardan korkmaz ama benim kanatlarım daha makineden çıkmadı zaten. Tabi ya, ben dönmeye bu yüzden başlamıştım. Mutfaktaki çamaşır makinesinin sentetik programından çıkmak bilmeyen kanatlarımı beklerken canım sıkılmasın diye. Oysa makineden çıktıktan sonra onları kurutmam da gerekiyor. Bunu unutmuşum. Umarım damdaki leğenler boştur. Dönüyorum. Hala. Terliyorum ama ıslanmıyorum nedense. Zarif yansımam duvarları gri çırpınışlarla donatırken sarayın ağır kapısından bir kedi süzülüyor içeri. Mutfağa meylediyor. Pişirmek üzere ayırdığım balıkların kokusuna kapılıp gelmiş olamayacağına göre anlaşılan makinedeki kanatlarımı çalmak istiyor. Bol keseden kullanılmış deterjanın nefes tıkayan kokusu içime doluyor. Tenimde anlaşılmaz izler bırakıp sarayın açık kapılarından şehre doğru yayılıyor. Onun arkasından tüten derimde kaç baharın tadılıp da yitirilen tomurcukları saklı kim bilir. Dönüyorum. Dünyayla yarışırcasına. Dünyaya yaraşırcasına. Ona kafa tutarcasına. Halbuki ne gezegen olacak kadar sıcak ne en karanlık gecede bile gözden kaçacak kadar soğuğum. Bir okyanus gibi karanlığım maviliğimden çok da olsa fırından korkan bir kek hamuruyum. Gitmeliyim. Kimim beni bekliyor. Çeşmenin kenarındaki frezyaları izliyor olmalı. Küçükken onları sadece ateşböceklerinin mezarına ekilir sanırdım. Ama sonra benimkine de ekebileceğimi anladım. Ateşböceklerinden yazılı izin almak şartıyla. Bileklerim sızlıyor kıvrılmaktan. Omurgam karıncalanıyor. Boynumun kuytularına sinmiş bayat gül kokusu, kirpiklerimin arasında biriken maskara kalıntılarına ya da kökünden koparılmış uykularıma yakışıyor. Dudaklarımda beceriyle örtülmüş çatlaklar, yoğun kırmızı tonda boğuluyor. Beni bekliyor Kimim. Çeşmenin küflü oturaklarında oyalanıyordur. Oradan Ay bile gözükmez. Sadece birkaç yıldız ağaçlara ayıp olmasın diye arada görünüp kaybolur. Ama ney kaybolmaz ki zaten? Akşama doğru gözlerini açıp kapatırsan güneşi bile bulamazsın yerinde. Dönüyorum. Bütün düz yolları reddedercesine. Parmaklarıma kan toplanmış. Beynim fütursuzca kurtulmaya çalışıyor ağırlık yapan her şeyden. Sanırım buna kendisi de dahil. Kör bir kedi kadar yönsüz, göze ihtiyacı olmayan iblis kadar haris, kemirilmiş han kapılarında sürünüyor. Kimim beni bekliyor orada. Değil han, cennette bile konaklayacak vaktimiz kalmadı. Burnumun ucu kaşınıyor. Avuçlarımda öyle. Gerdanımda görünmez damlalar ter ve gözyaşı dedektifinden gizleniyorlar. Kan kadar kesif, su kadar şeffaf olan ne kaldı ki zaten? Dedektif kovulacak. Kimim hala beni bekliyor olacak orada. Çeşmenin başında onu yaptıran kişinin adı yazardı önceleri. Lakin çok sular aktı o ismin üstünden. Kimsenin dua ettiği de yoktu. Bir ikindi vakti ansızın gelip götürdüler. Belki gömdüler belki unuttular. İkinci ihtimal gömülmekten de beterdi. Gerçi her isim kopar bir gün cesedinden. Ama insan cehennemde bile olsa biri yerini merak etsin ister. Parmak uçlarım pespembe kesilmiş. Görünmez bir mengenede kıstırılmış gibi. Elmastan kapanlar göz pınarlarımı esir almış. Kanım vücudumdan kaçmak istiyor, sanki başka bir yere sığabilecekmiş gibi. Bir uçta toplanmış kuş gözleri beni bulut sanıyor. Topraktan gökyüzüne doğru parçalanmadan yağacağım. Yanaklarımdaki uçuk pembe, zorla öpülmüş bir hayalet dölünü andırıyor. Gitgide solacak ama hep orada olacak. Tozlana tozlana dolduracak kırışıklarımı. Ama ya gidersem? Kimim beni bekleyecek. Bense salonun tam ortasında dönüyorum. Oysa ne akrebim ne yelkovan. Ben gece yarısından sonraki ilk saniyeyim. Kayıbım, öyleyse varım.