Lavinya Dergisi
HİÇ RASTLADIN MI KENDİNE ?
Mehmet KEKEÇ
Tutsak kaldı dudaklarının arasında, Yüreğinin esaretinden kurtulamayan Seni Seviyorumlar.
İnsan ne tuhaf bir varlık . Yaratılmışlar arasında en özeli belki de. Kimi zaman en çekilmez , en taşınmaz, en katlanılmaz olanı. Kimi zaman hayatın ta kendisi, hatta anlamı. Varoluş sebebi. Ve en büyük yükü ise yine kendine.
Diğer canlılarda durum daha sıradan. Daha stabil. Doğum, yaşam ve ölüm...
Özne ki; doğar, büyür , ağlar, yabancılaşır, bunalır, maskelenir, depresyona girer, terapiste gider, arzular, kaybeder, meditasyon yapar, iyilikler ve kötülükler yapar, inanır , inkâr eder, affeder, kahreder, zanneder, ısrar eder, arar, bulur, sorar, sorgular, cevaplar, ağlar, güler ve sonra yine uzak düşer kendine ve yine kaybeder. Tam buldum derken kaçırır kendi ipinin ucunu yine kendi eliyle.
Arthur Schopenhauer, “İnsan, kendini tanımaya başladığı an mutsuz olur,” der. Ne kadar iç açıcı değil mi? Ya da ne kadar ıstırap verici desem daha doğru olacak. Öyleyse neden bu kadar çok “kendini bul” mottosu ile karşılaşıyoruz ki?
Kendini bulmak, anlamak, tanımak üzere yazılan "Kişisel Gelişim Kendini Bulma" kitaplarını okumaya kalksak ömrümüz yetmez. Hatta kaybederiz bulmak isterken. Çünkü kapitalizm sağ olsun, kendini arama olayını da bir tür pazarlama stratejisine dönüştürdü. Kendini bul-kaybet, sonra bul, sonra tekrar kaybet...Bir nevi varoluşun kampanyalı boomerang versiyonu.
Ama mesele gerçekten düşündüğümüzden daha derin. Kendi içinde kaybolmak… Bu öyle bir şey ki, ne navigasyon işe yarar ne Google Maps.İzahı olmayan kendini bulma hâlinin bir nevi kara mizahı.
Çünkü en derin kayboluşlar en çok tanıdığımız yerde olur. Bulduğumuzu zannettiğimiz kişide. Alıştığımız yollarda. Sevdiğimiz bedenlerde. Alışkanlık bir tür ölme hâlidir çünkü. Kendimizle yaşarken de farkına varmadan unuturuz kendimizi. Hokus – pokus, bir varım bir yokum. Olduğumu zannettiğim yerde değilim , biri varsa da orada duran kişi artık ben değilim.
Gün çöker, gece genişler, karanlık yayılır duvarlara. Kendi zihnimizde dönüp dolaşırız çoğu zaman. Her düşünce başka bir çıkmaz sokağa aralanır. Sonra da “Ben kimim?” diye sorarız. Cevap çoğunlukla sessiz ve derinden gelir. Cevap verecek kimse kalmamıştır çünkü. İçimizdeki ben ki çoktan bavulunu toplayıp gitmiştir. Belki de intihar etmiştir kendi boşluğunda ? Kim bilir...
Kendinle barışmak, kendiyle barışık olmak işte o da zoraki bir “trajikomedya” hâli. Önce bir iç savaş çıkarıyoruz. Savaş kendini başlatıyor. Bastırılmış öfke, yıllarca söylenmemiş “hayır”lar, çocukluktan kalma travmalar, toplumsal beklenti denen minik diktatör... Sonra o savaşın ortasında beyaz bayrak açıyoruz: "Tamam ya, ben neysem oyum!" diyoruz. Ama iş işten geçmiş oluyor genelde. Kimimiz ancak cenazemize gelenler sayesinde kendimizle yüzleşiyoruz: "Ne kadar içine kapanıktı… Kendi halinde biriydi… Son zamanlarda çok sessizdi, halsizdi..." Halbuki biz orada içimizde kıyametler koparıyorduk. Ne dışarıdan duyuluyordu bu ses, ne içeriden...
İnsanın kendine rastlaması kolay iş değil azizim. Rastlamadığın sürece her şey fazlalık: Başarı, ilişki, unvan, diplomalar… Çünkü içindeki boşluğa giren her dış parça bir gün düşecek ve sen yine baş başa kalacaksın kendinle. Eğer hâlâ tanımıyorsan o kişiyi, geçmiş olsun.
Belki de yapılacak en iyi şey, kendini kaybetmeden önce biraz aramak. Aynaya bak mesela. Gözlerinin arkasındaki yorgun adama ya da kadına bir selam ver. Sormayı unutma: "Sen kimsin?" diye bir sor bakalım.
Cevap gelmezse de mutlaka durumu ciddiye al.
Çünkü bazı insanlar kendini öyle derin kaybeder ki bir zaman sonra bulduğu yalnızca kendinden artakalan başkalaşmış bir ruh olur. Geç kalma aman diyeyim kaybedersin sonra.
Önce kendini, sonra her şeyi...