Lavinya Dergisi
KAN, TER VE YAŞ
Gülşah DEMİRCİ
“Susup içime döktüğüm cümlelere boğazımdan geçiş yok Parmak uçlarımla konuşuyorum, duyuyor musun?”
Takvim yapraklarının arasından bir sözcük düşüyor önüme. Üstü başı toz toprak, alnında boncuk boncuk teri ve gözlerinden akan yaşla yanakları ıslak… Üstelik kan da sıçramış harflerine, belli ki kanla yazılmış yazgısı… Yüzündeki çizgilerden belli, yaşlı bir sözcük… Kolay değil, dünya tarihini devirmiş de gelmiş, hâlâ var olma mücadelesi veriyor. Nasırlı ellerde, gün doğmadan yollara düşen adımlarda, uykusuz gecelerde, işleyen zihinlerde ve sevgiye dönen dillerde… Tarlalarda, bahçelerde, okullarda, fabrikalarda, madenlerde, sokaklarda, evlerde… Görünür, görünmez her yerde!
O sözcüğü sırtlanmaya çalışıyor kalemim, taşıyabildiği kadar… Ellerim buna alışık, yükünü taşır kalemin. Bağrımı açıyorum ona; aldığım nefesi, inip kalkan göğüs kafesimi ve o kafesin ardında çarpan yüreğimi… Mesken tutsun istiyorum beni o yuva bildiğim sözcük… Ne de olsa doğduğum topraklar öğretti bana, emeğin kentinde büyüdüm ben. Yanan sobada, duvardaki iste, ocağın ateşinde gördüm yaşamayı. Bildim kömürün içindeydi ömür… Mavideydi biraz, biraz da yeşildeydi…
Dönüp dolaşıp çocukluğuna tosluyor insan işte. Tosladığım yerde dimdik duruyor o sözcük. Hâlâ capcanlı, hâlâ taptaze… Yaşlı demek, diri olamayacağı anlamına gelmiyor ya! Ne münasebet! Yorulmak nedir bilmiyor o sözcük. Dünya kadar yaşlı, dünya kadar eski ama dünyadan çok daha büyük! Büyük tabii ya, büyük olmasaydı dünya onun omuzlarında yükselebilir miydi? Ne mutlu bakıp da görebilene! Ne mutlu kıymetini bilene!
Yamacına oturup bağdaş kuruyorum o sözcüğün. Onu dinlemek istiyorum. Kulağım onda. Bakışı, duruşu, soluğu ne kadar da tanıdık! O sözcük küçücük bir anda nasıl da herkesleşiveriyor! Herkesten ve her şeyden biraz var onda! Evet, evet, artık daha eminim. O anlattıkça bir tohumun çatlayışını duyuyorum, toprağın kımıldayışını, bir arının vızıldayışını… Konuşmasına eşlik eden elleri şefkatli bir anne, özverili bir öğretmen… Onun karşısında daha dünkü çocuğum ben, anlıyorum öğrendiklerim bir arpa boyu yol etmez! Daha çok, daha da çok öğrenmeliyim.
Karşılıklı susuyoruz sonra. Başımı onun göğsüne yaslıyorum. Teri üzerime bulaşıyor. Saçlarıma damlıyor yanaklarından süzülen yaşı… Ellerime bakıyorum, kan sızıyor parmaklarımdan… Demin mürekkep lekesi vardı hâlbuki! O sustukça daha iyi duyuyorum onu sanki. Sessizliğiyle anlatıyor bana. O sözcüğe sürülen kanda hepimizin parmağı varmış, her kıymet bilmemezlik biraz daha kan sıçratmış üzerine! Ölenler varmış bir de; canını dişine takanlar, sudan ucuz tutulmuş hayatlar… Hoşuma gitmiyor bu, kan kokusu oldum olası rahatsız ediyor beni.
Gitmeye yelteniyor o sözcük, çok işi varmış. Nasırlı ellerinden öpüyorum. İki adım uzaklaşıyor ki dayanamayıp arkasından sesleniyorum: “Emek” diyorum, “emek!” Gülümsüyor, takvime karışmadan önce bir ayna tutuyor bana! Kanıyla, teriyle, yaşıyla ışıl ışıl ışıldıyor. Tozu toprağa katarak giderken tuttuğu aynaya baktıkça görüyorum. Emek biraz sen, biraz ben demek!