Lavinya Dergisi
KAYBETMEDEN GELSE DEĞİŞİM
Derler ya hani; “Dünyayı sevgi kurtaracak” diye, sevgin seni, en sevdiklerini kurtarmalı önce.
Yazdı yine defterine, içi içinden taşacak bir gece; “Şu yazmak da olmasa ne yapardım hiç bilmiyorum.” Ve devam etti Hicran; “Sevgi uzakları çeken, yakınları iten bir mıknatıs mı acaba?” diye düşünüyorum epeydir. Hep uzakları seviyoruz. Yakındayken (yanındayken) kimsenin kıymetini bilmiyoruz. Yakınları sevmeye harcamıyoruz hiç vakitlerimizi. Uzaklaşınca yeşeriyor sanki içteki o sevgi filizi. NEDEN? Neden bu kadar geç kalıyoruz hep? Neden vaktince anlamıyoruz çoktan anlamamız gerekenleri? Neden yakındayken görünmez, uzaktayken vâr oluyoruz? Sihirbaz mı uzaklar? Görünmezi görünen eden uzaklar mı yani? Ne aptalca! Madem varız, öyleyse yakınlar da yapsın görevini! Niye görünmez kılıyor bizleri? Yakındayken yok mu muhtaçlığımız sevgiye sanıyor? Ah yine şu kafamın içi! Ah şu susmak bilmez geveze kafamın içi. Yeter! Dedim ya, ANLADIM. Keşke anlamasaydım...” “Kaybetmektir biliyorum, kıymet bilmenin formülü.” cümlesi yankılanıyordu ne zamandır kafasında. Hep böyle mi olmak zorunda diye düşünüyordu. Hep böyle mi olmak zorunda... Hiç değişmez mi şu kaderin ibresi? Hiç “gerçekten” seven yok mu şu dünyada sahi? İnternet bağlantısı gibi bir şey mi şu sevmek, kıymet bilmek? Bilinenin aksine yakındayken çekmiyor mu yani? O kadar yormuştu ki onu artık düşünmek, düşünürken hissettikleriyle kendini tüketmek... Şimdi yataktan çıkmak, kimseyle konuşmak ve hatta her insanın temel ihtiyacı olarak yemek yemek bile istemiyordu. Herkes ona bu kadar yüklenirken o da kendine böyle yüklenmemeliydi aslında. Ama insan sırf biri ona öyle söyledi diye kendisi de oymuş gibi kabul eder ya, hani çirkin dedilerse dünya güzeli de olsa farketmez, çirkindir (!) “Elalem ne der”ciler gibi aslında. Elalem şöyle der, böyle söyler diye kendi hayatını kendince yaşayamayanlar gibi. Bu devran nereye kadar böyle sürerdi bilmiyordu Hicran. Bildiği tek şey; böyle sürsün istemediğiydi. Çabası da vardı. Uğraşıyordu bir şeyleri değiştirebilmek için kendi küçük evreninde. Ama bazı şeyler insanın kendi elinde olmuyordu işte. Sen bir adım atarken, hayat yumruğuyla seni eski konumundan bile geriye götürebiliyordu. Zaten galiba “düştüm nasılsa” demeyip, o bir adımı da pes etmeden, hep atmaya devam edenler kazanıyordu. Hicran da pes etmiyordu. Ne kadar düşerse düşsün şu yaşam yolculuğunda, içindeki umut kırıntısı hiç bitmiyordu. Bayramlarda mesela, hâlâ o tatlı sevinci taşıyabilenlerdendi Hicran da. Ama o da bilirdi ki böyle insanlar kimsece sevilmezdi. Çünkü içindeki o çocuksu ruhu, tatlı masumluğu hâlâ taşıyabilenler saf kabul edilir o insanlar tarafından. Kolayca kandırılabilir, rahat rahat azarlanabilir olarak görülür. “Nezaketin eziklik sayıldığı devir” diye boşuna dememişler. Sonra bir gün bir şey olur ve değişir insan. Onca zamandır doğru bildiği her şeye, çevresindeki her insana, yaşadığı her olaya bambaşka bir pencereden, bambaşka bir karakter olarak bakar. Tabi masumluğundan da bir parça kaybeder bu değişimleri yaşarken ama velhasıl değişir. Hicran da yaşamış bir olay. Gerçekler bir bir vurmaya başlamış yüzüne. İyi olarak bildiği, çok sevildiğini zannettiği herkesin bambaşka yüzlerini görmüş. İnanmakta zorlanmış insanların nasıl bu denli kötü olabileceklerine ama sonunda öyle insanlar olduklarını kabullenmiş. Onlar kötü diye o da kötü olmamış. Öyle olmak istemiş ama yapamamış. Kötü olmak da bir tercihtir çünkü. Zaten iki seçenek vardır böyle durumlarda; Ya kötü şeyler yaşadığın için sen de (isteyerek veya istemeyerek) kötü olacaksın, ya da sana yaşatılan kötülükleri sen başkalarına yaşatmamayı seçeceksin. İlki kolaya kaçmak gibi biraz. Ama ikinci seçenek Hicran’ın da hayat doğrularıyla daha çok uyuşuyormuş ki o da bunu seçmiş. Ve “düşene bir tekme de benden”ciler sayesinde görmüş ki, “sevgi, saygı, değer, kıymet” bunlar öyle herkese verilen bir lütuf olmamalı. Herkes bu hayatta hakettiğini almalı. Ve sen, seven, kıymet bilen ve kıymet veren; bil ki sen de bir gün hakettiğini alacaksın. Kalpten sarıldığım siz okurlara sevgilerle.