Lavinya Dergisi

EŞYANIN TABİATI VE BİRKAÇ METREKARE
Gülşah DEMİRCİ

“Susup içime döktüğüm cümlelere boğazımdan geçiş yok Parmak uçlarımla konuşuyorum, duyuyor musun?”

Odamdayım, kendi renklerime boyadığım dünyamı özenle sığdırmaya çalıştığım o birkaç metrekarelik alanda… Elimde emektar metre, ölçüp biçmeye çalışıyorum. Halbuki, o alana ve içindekilere yüklediğim anlamı ölçmek hiçbir metrenin harcı değil, içten içe biliyorum. Eşyaları bir o yana, bir bu yana çekiştirip dururken artık birkaç metrekareye sığamayan dünyama, dolayısıyla da bizzat kendime yer açmaya çalışıyorum elimden geldiğince. Bu çabadan da yorgun düştüğümü görmezden geliyorum bir süreliğine. Dünya hâli, böyle işte. Metre de epey yorulmuş olacak ki bırakıveriyor kendini boşluğa. Yere çarparken çıkardığı tok sesle irkiliyorum önce. Ardından bakışlarım öpüyor onu, ellerim sarmalıyor incindiği yerden. Şefkat, herkesin değil, her şeyin hakkı… 

Metreye özenip ben de bırakıveriyorum kendimi az önce yerinden ettiğim koltuğa. Oturmamla birlikte yorgunluğum hücum ediyor üzerime. Gevşiyorum, gevşedikçe koltukla daha da bütünleşiyorum sanki. Ayaklarımı, zihnimde yükselen düşüncelerin kıyısına uzatıyorum farkında olmadan ve birkaç saniyenin içerisinde bu sefer bile isteye kulak veriyorum söylediklerine. Etrafımı saran tüm telaşenin içinden beni çekip başka diyarlara sürüklemesine izin veriyorum o an. Zihnimin ellerinde oradan oraya sürüklenen bir eşyadan farksızım ben de şimdi. 

“Bir eşya olsan ne olurdun?” diye bir soru düşüyor ortalık yere. Yere çarparken ses çıkarmıyor ama kafamın içerisinde yankılanan sesi gayet iyi duyuyorum ben. Konuldukları köşede öylece durmaya alışkın olan eşyalar, geçip gidiyor şimdi gözlerimin önünden. Her birine bambaşka gözlerle bakıyorum, sırtlandıkları anlamı görmeye çalışıyorum. Dikkat, sihirli bir değnek oluyor, yöneldiği şeyi nasıl da değiştiriveriyor. Aynılığın içerisinde aralanan bir kapı, farklılığa davetiye çıkarıyor. Masa, aynı masa olmuyor o zaman. Sandalye bir başka anlamı oturtuyor üzerine. Hıncahınç dolu raflar, taşıdıkları kitapların ağırlığını aşan yükler ediniyor kendilerine. İşte böyle böyle parlıyor lamba, bir bir açılıyor çerçeveler. Biblolar dilleniyor, perdeler dans ediyor. Metrekareler, metrekarelere karışıyor, büyüdükçe büyüyor eşyanın tabiatı. 

Oturduğum yerde evirip çeviriyorum kafamda yankılanan soruyu, cevabı arıyorum odamda. Bir eşya olsam karşımda tüm heybetiyle duran kitaplığım olmayı isteyebilirdim mesela. Okumaya olan düşkünlüğümden olsa gerek ilk bu geliyor aklıma. “Eşyanın dilinden anlamak lazım, acele etme!” diyorum. Biraz daha süre tanıyorum kendime. Bir çekmece de olabilirdim aslında. Derleyen, toplayan, içinin dağınıklığını dışarıdan belli etmeyen, ne varsa bağrında tutan… Yolu aydınlatan bir fener, bir kalem, belki de kilitleri açan bir anahtar… Verdiğim cevaplar çoğalırken seçtiğim eşyaların gittikçe küçüldüğünü fark ediyorum. 

Elimde emektar metre… Kalkıp kaldığım yerden devam edecekken bu sefer duvardaki gevşek çivi atıveriyor kendini yere. “İşte, dünyanın çivisi çıktı!” diyerek gülümsüyorum. Çivinin bıraktığı boşluğa bakakalıyorum peşinden. O boşluk, bana bir noktayı hatırlatıyor. O noktanın içerisinde sonlanıyor tüm düşüncelerim. “Hiç!”diyorum sonra, “hiç!”