Lavinya Dergisi
KAHVERENGİ TAKIM ELBİSENİN AĞIRLIĞI
Tutsak kaldı dudaklarının arasında, Yüreğinin esaretinden kurtulamayan Seni Seviyorumlar.
Gardırobun yorgun kapağını gıcırtıya ekşiyen yüzünü umursamadan araladı. Göğsüne hapsettiği nefesle kırk yıllık emektarına şöyle eğilip bir göz gezdirdi. Belini yoklayan fıtığın sızısını bastırarak uzandı kahverengi takım elbisesine. Nesli tükenmekte olan bir kanatlının yumurtasına gösterilen hassasiyetle ahşap askısından tutup kaldırdı. Üzerine sinen eski günleri düşleyerek, naftalin kokusuna karışan hatıralarını kokladı. Doğrulurken hissetti ince acıyı sırtında. Kasılarak tuttuğu nefesini bıraktı bir çırpıda. Tatlı bir çocuğu sever gibi kısık gözlerle inceledi. Boğazı düğümlendi. Bir sağa bir sola çevirdi yavaşça. “Hâlâ ilk günkü gibi...” dedi kısık bir tonla.
Duraksadı, düşündü uzun uzun... Kaskatı kesilmiş belini umursamadan eğildi ve astı kahverengi takım elbiseyi yerine. Taşımak istemiyordu bazı hatıralarını yeniden sırtında. Hayatında yaşadığı en güzel anılara eşlik etmiş olsa da, nice başarıları birlikte tatmış olsalar da; bir an yetiyordu onu vazgeçirmeye bu fikrinden. Kuyruklu yıldızın simsiyah bir gecede ışıldadığı gibi parlardı onu giydiği vakit. Fakat keşke hafızasında yalnızca güzel anılara konuk olabilseydi...
Bilmem kaç senedir yalnızca ihtiyaçlarını temin etmek için çıktı sokağa. Bir zamanlar vergi dairesinde muhasip amirliği yaparken, görenlerin “Yine çok şıksınız Asaf Bey” diye gururunu okşadığı, dönemin en meşhur Yahudi Terzisi Shimon Usta’nın yaklaşık kırk günde incelikle işlediği, ipliğini İtalya’nın Biella bölgesinden, düğmesini ise İngiltere’nin bilmem neresinden inci işlemeli tercih ettikleri eşsiz bir sanat eseriydi. Takım elbise demek biraz hakaret dahi sayılırdı Asaf Bey’e göre.
İki dirhem bir çekirdek olduğu o hâlleri, bir film şeridi gibi gözlerinin önünde durdu. Zaman boşluğundan geçer gibi gerçekçi bir silüette sürüklendi o günlere. Sokağın kaldırımlarında öyle bir havayla yürür, yumurta topuğun sesini mahalleliye duyurur, daireden dostlarına caka atardı. Bir hışımla oturduğu toplantının en can alıcı yerinde kahverengi takım elbisenin verdiği özgüvenle çatır çatır fikrini söylerdi. Yaşamış olduğu o güzel günler içini gıcıkladı Asaf Bey’in. Bedenine hakim olamadığı bir dürtü onu itekliyordu. Direnemedi içindeki isteğe, sıktı kendini, tuttu nefesini. Zihnini kemiren zaman makinesini kapattı ve bir hışımla çekip aldı kahverengi yoldaşı yeniden yuvasından.
Aynalı kapağın karşısına geçti. Soyunabileceği en seri hâliyle soyundu. Shimon Usta’nın altın iğnesi ile incelikle işlediği şaheseri, yüreği kıpır kıpır titreyerek aldığı o heyecanlı ilk günün yoğun hisleri ile başladı giyinmeye. Çekti pantolonu ince bacaklarına. Ardından krem gömleği geçirdi üstüne. Kemerin pantolondaki yerlerini bulmakta bir hayli zorlandı. Ama o da tamam oldu şimdi. Baklava desenli kravatını aldı avuçlarına, dokusunu hissederken şöyle bir duraksadı.
Sare’sinin yumuşacık ellerini hatırladı kravatın pürüzlü yalnızlığını okşarken. Gözlerini usulca kapadı, elleri şimdi Sare’nin elleriydi. Önce boynuna dokundu sıcacık, sonra saçlarını okşadı bir kaç saniye. Sonra usulca geçirdi boynundan kravatı . Gözleri kapalı iken boynuna geçirdiği kravat önce urganı, sonra ölümü hatırlattı. Gözlerini açarak çıkmak istedi bu yüreğini kabartan düşten. Ceketini de giyerek tamamladı son perdeyi. Şaheserin son parçası ile tamamım artık diye düşündü.
Bir kaç tel kül rengi saçını saymazsa bembeyaz olmuş saçlarıyla, ağarmış pos bıyıklarıyla tarladan toplanmayı bekleyen bir pamuk gibi gördü kendini. Dudaklarında hafiften bir gülümseme belirse de gülemedi. “Kendine gel” dedi. Azalan ve eksilen yalnız bedeni değildi. Hisleri de artık eskisi kadar güçlü değildi. Taşıyamıyordu artık hacimli acılarını ince bedeni. Toparlanıp iyi hissettiğini görmek istese de; takvim yaprakları ona artık yalnızca ölümü hatırlatıyordu. Hatıralar aralandıkça omuzu düşmüştü yeniden.
On üç sene evvel son defa giydiğinde bu takım elbiseyi kızının altın sarısı saçlarını okşamış ve uzun uzadıya sarılmıştı ince beline. Mutluluğun en güzel tonuydu beyaz ve sarı. Gelinliğin içinde kanatlanmış bir beyaz güvercindi küçük kızı. Yüzler gülüyor, herkes mutlu. Asaf ve Sare ise biricik kızlarının en mutlu gününe şahit oldukları için çok daha mutlu.
Düğün sonrası konvoyda eşi Sare Hanım kardeşini yalnız bırakmak istemeyip, onun arabasına binmeseydi bu büyü hiç bozulmayacaktı. Belki şimdi ecel denilen ızdıraplı misafir için gün saymayacaktı Asaf. Hayatının en güzel gününde hayat ona kocaman elleri ile unutulmaz bir tokat atmayacaktı. Ölüm ile hayat arasına sıkışmış yaşamının; bir kısmını mezarın derin çukuruna bir kısmını ise hayata tutunmak zorunda kalmış ölgün bedeninde eritmeyecekti. Kızgındı, üzgündü, dehşet verici bir azabın içindeydi o günden beri.
Sare’sinin kanlar içindeki bedenini örtmek için çıkarmıştı sırtındaki kahverengi ceketi on üç sene evvel Asaf Bey. Gözyaşları ile yıkanmış bir düğünün acı dolu hatırası bir kambur gibi büyüdü her giden gün sırtında. Güvercin uçarken vuruldu kanadından. Sarı- beyaz mutluluk yerini kırmızı ve siyahın acılı gölgesine terk etti.
O gün milat olmuştu artık Asaf Bey’in hayatında. Yaşamak, yerini hayata tutunmaya, mutluluk ise ıstıraplı bir bekleyişe bıraktı. Asaf her gün kulaklarında çığlık ile feryat arası bir “anneee” nidası ile uyanıyordu. Göğe yükselen son çığlığın acısı göğsüne oturmuştu. Kendi bedeninde sürgün yaşıyordu. Bir tarafta kızını tül beyaz gelinlik ile yeni evine uğurlarken öbür tarafta kefenin beyaz görünümlü simsiyah ve sert kumaşına hayat arkadaşını sarmalayıp sonsuzluğa uğurlamak zorunda kalmıştı.
“Geri dönecek misin?” diye fısıldadı kahverengi elbisesine eğilip; sanki o gün Sare Hanım’dan bir cevap beklercesine. Cevap vermeyen sessizlik, odayı derin bir kederle doldurdu. Araladı sessizliği, kararlı adımlarla yürürken kapı eşiğine, karaladı arta kalan günlerin üzerini takvim yapraklarında. Bir an durdu, arkasına dönüp gardıroba son bir bakış atarak “Elveda!” diye fısıldadı. Kapıyı usulca çekip çıktı evden. Omzunda kahverengi takım elbisenin tüm ağırlığı ile...