Lavinya Dergisi
HÜZÜNSabahın ilk ışıkları ile uyanan gökyüzüne açtı gözlerini. Akşamdan kalma ağır aksak hüznünü unutmak istercesine aralandı bir çift göz. Kuşların kederli kanat seslerini bile algılıyordu her hücresinde. Kalkmak zorunda idi geceden sabaha ayaz vuran yatağından. Ayaklarını yere basmalıydı takvimin en ağır gününde.
Kalktı. Penceresini açtı. Derin bir nefesle içine çekti sonbaharın ağır , puslu havasını. Yüzünü yırtıyordu şehrinin sabah ayazı. Sanki yüreğindeki yırtığın yanında esamesi okunur gibi. Etrafa bakındı; sokaklar, ağaçlar, binalar... Hepsi bir eksiği fısıldıyordu. İçindeki boşluk zamanla dolmayan bir yara gibiydi. Güneş açmıştı lakin ısıtmıyordu.
Hazırlanmalıydı güne; siyahın en asil ve acı tonlarıyla bezenmeliydi. Kendi elleriyle ütüleyip dikkatlice katladığı ceketi giyerken, bu hareket bile bir tür törensellik taşıyordu. Adeta bir ritüelin parçalarıydı bu dokunuşlar. Gözleri aynaya takıldı. Bakışlarında tarifsiz bir ağırlık vardı, sanki yılların birikmiş hüznü oraya yansımıştı. Hafifçe iç çekti, başını dikleştirdi. Bugün, güçlü durmak gerekiyordu. Ceketinin üzerine bir de siyah atkısını sardı. Dışarıdaki soğuğu hissetmeye hazırdı, ama içindeki sızının daha derin olduğunu biliyordu.
Saat ilerliyor, güneş yükseliyor fakat içini ısıtamıyordu. Dışarı çıktı, sokakları adımlamaya başladı. Adımlarını ağır ama kararlı bir şekilde atıyordu. Sokaklar, sabahın o erken saatlerinde boş ve sessizdi. Her bir adımında içindeki boşluk daha da derinleşiyordu, her soluk alışında bu eksiklik yeniden canlanıyordu. Etrafa bakındı; insanlar yavaş yavaş uyanıyor, ama kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Sanki herkes bu günün ağırlığını, hüznünü paylaşmak için sözsüz bir anlaşma yapmıştı. Evinin yakınındaki meydana ulaşmıştı ki..
Jilet gibi elbisesi, dimdik duruşuyla nefes almaksızın çalan siren sesleriyle boşaldı gözyaşları.
Saat 9'u 5 geçe....