Lavinya Dergisi

YAŞAM KANSERİ
Mehmet KEKEÇ

Tutsak kaldı dudaklarının arasında, Yüreğinin esaretinden kurtulamayan Seni Seviyorumlar.


Erdi, yağmurda sırılsıklam olan ayakkabılarını çıkardı, kabanını portmantoya astı. Bu burada kurur mu acaba derken bugün bunun çok da önemli olmadığını düşündü. Ne çok konuşuyordu son zamanlarda kendisiyle. İç sesinin gürültüsü bazen dış sesini bastırıyordu. Günü bir kaç kelime ile geçiştiriyordu çoğu zaman. Kendi kendine mırıldandığı şarkıları saymazsa. Onları da içinden mi söylüyordu yoksa ses olup dökülüyor muydu dudaklarından emin değildi. Evin içerisinde kalabalık bir aile gibiydi kendiyle. Üç artı bir yalnızlığı ağırdı. Çocuğu oluyordu kimi zaman kendinin, kimi zaman annesi. Gece yatmadan dişlerini fırçalamayı, uyanınca elini yüzünü yıkamayı, bulaşıkları, telde asılı kalan çamaşırları, dökülmemiş çöpleri, buzdolabında bozulan yiyecekleri hatırlatıyordu sürekli kendine. Çöpleri atmayı unuttuğu zamanlarda ise eve yayılan koku hatırlatıyordu Erdi ‘ye yapması gerekenleri. Anne iken "Onları atma oraya öyle eve girince!" diyordu. Sonra çocuk olup "tamam atmam" diyor, -dağılan hayatı gibi-poşetleri, çorapları, yorgun argın işten geldiğinde soyunup kenara attığı çamaşırları toplamaya çalışıyordu.


Sonra anahtarları asarken portmantoya aynaya ilişti gözleri. Uzun zamandır aynanın gerçekliği ile yüzleşmemişti. Ya da yalanları mı demeliydi. "Yalancı olan ayna mıydı, yoksa zaman mı?" karar veremedi. Zamanın tezgâhında dokunmuş yüzüne bakınca, kilimlerin iplik yuvası gibi alnında ve gözlerinin kenarında oluşan boşluklara ilişti yüzü. Bir yabancıyı izler gibi baktı yüzüne. Zamanın gözündeki hayat ışığını da bir sünger gibi emdiğini fark etti. Oldum olası uyum sağlayamadı insanlara ve hayat denilen bu garip âleme. Gül bahçelerinde biten eğreti bir ot gibi ilk koparılan fazlalık oldu. Sağlığı yerindeydi ama “yaşam kanseri” hissediyordu kendini.


Birbirinin yüzüne bakarak birbirlerine övgüler yağdıran insanların, ilk fırsat buldukları an aralarından ayrılan ilk şahsı karanlık gönül kuyularına doğru tekmelediklerini görünce soğumuştu insanlardan. Samimiyetsizliğe alışamamıştı. Yaşam kanseri kalbinden beynine ve diğer azalarına yayılırken, durdurmak için yaptığı tüm müdahalelerin beyhude olduğunu, hastalığını daha da azdırdığını düşündü. Kalabalıkların içerisinde tenhalığa sürüklenmişti Erdi. İnsanların samimiyetsizliği, düşüncesizliği, kabalığı hulâsa kötülüğü onu sindirmişti. Annesiyle babasını görmeyeli de olmuştu bir hayli zaman. Zaman kötü bir nakkaş olmuştu Erdi'nin hayatında. Bu hâli üzerinden atmak için giriştiği her çaba daha büyük bir hüsran olup dönmüştü ona.


Aynadan yüzünü sıyırıp içeri adımlarken düşüncelerini ve kendini taşımakta zorlanan dizleri isyan ediyordu artık. Koltuğa kendini zar zor bıraktı. Dışarıda yağan sağanak camları aşındıran cinstendi. Korna seslerinin ve trafiğin içeri doluşan homurtusuna eşlik etmeye başladı hıçkırıklı ağıtı. Kaç yıldır gör(e)mediğini unuttuğu annesinin ölüm haberini, taksinin kirli ve yağlı camlarına, yaşam yorgunu kafası yaslı iken, gök delinmiş gibi yağan yağmuru seyrederken almıştı. O dakika dur dedi taksiciye. Parayı uzattı. Üstünü almadı. Ve yağmurun içinden doğan bir adam gibi sırılsıklam olana kadar yürüdü. Ne gidebileceği bir adres ne de omuzuna yaslanıp ağlayabileceği bir dostu vardı. Kimsesizliğin ve yalnızlığın melodramıydı bugün yağmurun söylediği şarkı.


Babası sessizliğini engelli bir çocuk musun diye yaftalamış, ağabeyinin düğününde oynamak istememesini uyumsuzluk olarak algılamış , dağa çıkıp şiir yazmasını, yalnızlığı sevmesini ise başına buyruk bir çocuk olmakla itham etmişti. Hem nasıl olsa daha dört oğul var diye gözden çıkarmıştı Erdi'yi. Babasından yaralı çocukların ağrıları dinmezmiş. Annesi ise babasına karşı koyamamış ve Erdi'yi her ne kadar savunsa da "Hep sen yüz veriyorsun bu çocuğa ondan böyle oluyor" sözleriyle hem anneyi hem Erdi'yi pusturmuştu. Erdi kendine yapılana alışmıştı bir süre sonra ama kendisi yüzünden acı çeken ve eziyet gören annesinin acısına dayanamazdı. Bir sabah evden alabileceği ne varsa alıp çıkıverdi memleketinden. Çıkış o çıkış...


Benim öyle oğlum yok'lar geldi kulağına. Bir daha buraya adım atarsa kırarım bacaklarını da eklendi sevgi listesine. Sevilmeyi böyle görmüştü Erdi. Annesinin acısını yüreğinde çok derinlerinde hissetmişti. Çünkü ait olduğu tek yer olan annesi de terk etmişti artık onu temenni. Şimdi dönüp dizine yaslanıp kokusunu içine çekeceği annesi yok muydu? Erdi için zaten yok olan ama sadece bir gün görür müyüm acaba umuduyla tutunduğu son tırnak da kopmuştu. Annesinin yokluğu ateş olup oturdu göğsünün tam üstüne. Hıçkırıkları büyüdükçe büyüdü Erdi'nin. Gözleri yuvasından, yaşam kanseri kalbi ise göğüs kafesinden fırlayacak gibiydi. Artık dayanılmaz bir hâl alan yaşamak nihâyet son buluyordu. Son anlarında kendi kendine şu içli türküyü söyledi Erdi.


Beklemeyin beni dönmeyeceğim
Ne bugün ne yarın gelmeyeceğim
Beni yürekten seven biri mi kaldı
Erdi muradına erdi, söyleyeceğim...



Yaşanmış bir öyküden alınmamıştır.