Lavinya Dergisi

YAŞAM TERZİHANESiNDE DİKİŞ TUTMAYAN SORULARA DAİR
Gülşah DEMİRCİ

“Susup içime döktüğüm cümlelere boğazımdan geçiş yok Parmak uçlarımla konuşuyorum, duyuyor musun?”

   Takvim, yaprak dökmeye hazırlanıyor. Dakikalar, birbiri üzerine biniyor. Geçen zaman, bir ayı daha geride bırakıyor. Bu sürekli devinim, sayıları çoğaltırken nasıl da eksiltiyor bizleri aslında. Zamanın ikiliklerle dolu evreninde yaşamak diyorum buna. Gözüm dışarıda, bahçemdeki yalnız ağaçta... Aniden bastıran yağmurun, gittikçe sertleşen rüzgârın hırpaladığı o ağacın dalında asılı, sapsarı kesilmiş, kuru yaprak daha fazla dayanamıyor; bırakıyor kendini boşluğa… Yer açıyor ta ki bir sonraki baharda yeşerecek bir başka yaprağa… Doğanın ritmine ayak uyduruyor hemen zihnim, ölüm ve yaşam diye buruk bir tebessümle fısıldıyor kulağıma.


   Tam da o anda bir makas çıkarıyorum düşüncelerimin koynundan, bir anlam biçmeye çalışıyorum yaşamın üzerine onun cafcaflı kumaşından. Ölçüyorum, katlıyorum, kesiyorum, olmuyor. Ölümle teyellenmiş yaşam dikiş tutmuyor. O kumaştan kocaman bir soru düşüyor kucağıma sonra: ‘Neden ama?’


   Bunca yaşam, bunca insan, bunca varoluş neden? Önümdeki kumaşı kesmeye devam ediyorum sorularıma tatmin edici bir cevap ararken. Eğip büküp bir şeylere benzetmeye çalıştığım kumaşın arasında makasın kesemediği bir parçaya rastlıyorum: ‘Ölmek için yaşamak, iki nefes arasına sıkıştırdığımız tek hakikat… Ciğerlerimize çektiğimiz o ilk nefesle, vereceğimiz son nefesin arasındadır hayat.’ Hoşuma gitmese de dokunup değiştiremiyorum bu gerçeği. Eğilmiyor, bükülmüyor. Kumaşın en sert tarafı burası olsa gerek. Daha doğduğumuz anda, büyük bir bilinmezliğin içinde muhakkak bir gün öleceğimiz de mühürleniyor aslında. Sarsılıyorum, hayat kumaşının arasında sevdiklerimin suretleri geliyor gözlerimin önüne teker teker, hiçbirine ölümü yakıştıramıyorum. Elimdeki makas düşüyor, o kumaşa sarılıyorum, sarıldıkça her birini daha sıkı tutabilirmişim gibi geliyor. Gözlerime hücum eden yaşlar ve boğazıma yerleşen bir yumru ile yeni bir soru daha işleniyor zihnime: ‘Ölümle ilikli yaşam, ceza mıdır insana, yoksa beklenmedik bir ödül olabilir mi icabında?’


   Cevabı beklemeden zihnimde aniden beliren bir diğer soru ile dikkatimi toplamaya çalışıyorum. Soruların, soruları doğurduğuna bizzat şahit oluyorum. ‘İllâ ölümle mi anlamlanır hayat? Yaşama anlam biçmek beyhude bir çaba mıdır yoksa?’ Makasın iyice açılmış ağzına bakıyorum, sanki her şeyi yutmak için sabırsızlanıyor. Odama hâkim olan sessizlik ağırlaşıyor, omuzlarım düşüyor ağırlığından, dik duramıyorum. Sayfaların arasından hafızama seslenen bir cümle çeliyor aklımı o anda: “Hayatı anlamak zorunda değilsin. Yaşaman yeterli.” (M.Haig)


   Sırtımı dikleştiriyorum, kalkıp duvardaki takvimin yanına gidiyorum. Dökmeye hazırladığı yaprağı tutup koparıyorum. Zamandan önce davranıyorum kendimce, zamanı belki böyle alt edebilirim diye düşünüyorum. Artık kasım yazıyor takvimde. Bahçemdeki ağaç çırılçıplak… Yerdeki makasın ağzı hâlâ açık… Yaşam terzihanemde dikiş tutmayan sorularım ve ben kalakalıyoruz. Artık ‘Sorma!’ diyor içimden bir ses. Aynı sayfalar arasından bir cümle bekletmeden cevaplıyor yine: “Çünkü Nora, bazen öğrenmenin tek yolu yaşamaktır.” (M.Haig)