Lavinya Dergisi

YAŞAM ŞEHRİNİN ÇÜRÜYEN SOKAKLARI
Osman YAVAN

İnanıyorum ‘‘ Elbet Bir Gün! ’’ İnsan dünya’ da ne için var olduğunu anlayacak…

"Gecenin ilerleyen saatlerinde, günlük okumam gereken kitabımı okumadığımı fark ettim. Henüz gün dönümüne, yani gece yarısına, bir saat kadar zamanım vardı. Kitap okumak, her gün rutin olarak yaptığım bir alışkanlıktı ve bu rutini bozmak istemiyordum. Neyse ki bir saat kadar vaktim vardı. Kitabımı kaldığım sayfadan açarak okumaya başladım. Okumaya devam ederken hafif hafif uykumun gelmeye başladığını fark ettim. Bir yerde okumuştum: Eğer uykuya dalmakta zorlanıyorsanız, 'kitap ya da herhangi bir metin okuyarak rahatça uykuya dalabilirsiniz' diyordu. Her neyse, bu aklımda kalmıştı. Fakat uyku problemi yaşayan insanların genelde duygu durum bozukluğu, stres, gün içinde fazla kafein tüketimi, uyku apnesi, hormonsal problemler, nörolojik bozukluklar, alkol tüketimi gibi etkenlerden etkilendiğini de biliyordum. Okuduğum kitap, günümüze resmen ışık tutuyordu. Sanırım insanlığın sorunları, geçmişten geleceğe aynı şekilde devam edecekti. Üzgünüm, ancak buna dur diyebilecek kadar güçlü kitlelerin olduğuna inanmıyorum. Çünkü insan ruhu ve sosyalizm, birbirine zıt iki temel karakterdi. Makineleşen ve sanayileşmede fevkalade bir biçimde ilerleyen bu çağda, insan ruhu için gerekli olan sosyalizme yeterince zaman ayrılamıyordu. Fabrikalarda ömürlerini tüketen milyonlarca insanın varlığı trajikomikti doğrusu. Aslında sadece fabrikalar değil, genel olarak küresel dünyadaki çalışma hayatı böyle ilerliyordu. Geldiğimiz son nokta ise, gün geçtikçe daha kötü bir hal alıyor. Korkutucu olan ise insanlığın buna dur dememesi. Herkesin sahte kimliklere bürünüp acımasızca bu durumu kabul etmiş olması, beni düşündürmüştü."


"Yaşam şehrinin sokaklarında bir gezintiye çıkmaya karar verdim. Hedefim, bize yüzyıllardır oksijen kaynağı olan ormanlarımızdı. Ormanlarımızın bize faydaları sadece oksijen sağlamakla sınırlı değildi. Aynı zamanda iklim üzerinde düzenleyici etkiye sahip olması, temizleyici işlev görmesi ve yağış alması da diğer özelliklerindendi. Ayrıca, ağaçların köklerinin toprağa sıkıca tutunarak erozyonu ve sel baskınlarını önlemesi de çok önemliydi. Kısacası, şehrin boğucu havası ve yorgun enerjisinden kurtulup doğanın temiz havası ve canlı enerjisi içerisine kendimi bırakmak istiyordum. Daha iyi bir yaşama duyulan özlem, sessizce ve büyük fedakarlıklarla şehrin yoksul sokaklarında derinden hissediliyordu. Uzun lafın kısası, kendimi doğanın eşsiz ve benzersiz güzelliklerine bırakmak istiyordum. Doğanın muhteşemliği, benim için gizemi çözülmemiş bir sır gibiydi. Hem toprağın üstü hem de altı olarak iki kısımdan oluşuyordu. Ancak şöyle bir gerçek var ki, 'Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.' Yaklaşık bir hafta kadar önce okuduğum, Türk edebiyatının değerli yazarlarından birinin, genelde polisiye üzerine yazmasına rağmen bu defa sırlarla dolu mistik bir dünya üzerinden kaleme aldığı romanın etkisi hâlâ üzerimdeydi. Genelde insanlar doğa yürüyüşlerine gündüz çıkarlar. Ancak biraz farklı olmakta fayda var. Ben gece yürüyüşe çıkmak istiyorum, çünkü gecenin esrarengiz karanlığı keşfetmek aynı zamanda ayın görkemli ışığının bana eşlik etmesi fevkalade olacaktır diye düşünüyorum. Usulca binamdan çıktım. Sokağa adım atar atmaz hafif ve ılık esen rüzgârı yüzümde hissettim. Yaşam şehrinin doğasına ulaşmak için önce kendi adresim olan Pozitif Sokak’ı geçmem gerekiyor. Ardından ulaşacağım sokak ise Negatifler Sokağı. Bu sokak, öyle bir sokak ki her tür insanı barındırıyor. Barındırıyor barındırmasına ama insanın ruhunu sıkıyor. Empati yapmak lazım. Bir sokak dışında kimse orada olmak istemezdi. Hiçbir insan hakkında doğrudan yargıda bulunmak, peşin hüküm vermek doğru bir davranış değil bence. Keşke diyorum bazen, insanoğlunun birbirini dinleyecek, anlayacak kadar sabrı olsa. Ne yazık ki sabır, bu devirde nadir bulunan bir özellik. Sanırım bu da ahir zamanın özelliklerinden biri olsa gerek: sabrın sınandığı, tahammülün neredeyse yok denecek kadar azaldığı bir dönem. Düşünceler arasında ilerlerken fark ettim ki kendi sokağımı çoktan geçmişim ve Negatifler Sokağı’na gelmişim. Manevi hazzını yitirmiş, sinir, öfke, nefret ve asiliğin kol gezdiği bu sokaklarda, gülüşünü, inancını, umudunu kaybetmiş insanların varlığı beni tedirgin etmeye yetmişti. Ruhları, bedenlerinden çoktan sıyrılmıştı. Mantık ve duygularını kaybetmişlerdi. Ne akıl ne kalp, onlar için bir anlam ifade etmiyordu. Onlar için önemli olan tek şey ne yaptıklarını bilmeseler de hırslarına yenik düşerek yeryüzünün huzurunu kaçırmaktı. Sadece kendilerine zarar verseler belki bir nebze kabul edilebilirdi. Ancak zararları sadece kendilerine değil, topluma da zarar veriyordu. Negatif yüklü elektrolitler gibi yaşamlarını sürdürüyorlar, negatif geri bildirimle besleniyorlardı. Bedenlerini ve ruhlarını negatifliğe teslim etmişlerdi. Her ne olursa olsun, bulunduğumuz duruma ve konuma şükretmeliyiz. Yanlış anlaşılmak istemem; şükretmek derken orada sabit kalalım demiyorum. Tabii ki azim ve gayretimizden asla ödün vermemeliyiz. Yani pozitif geri bildirim yapmaya devam etmeliyiz."


Saat epey ilerlemiş, zaman gece yarısını çoktan geçmişti. Ayın muhteşem parıltısı eşliğinde kendimi doğanın muhteşem güzelliklerine bırakmıştım. Hafif rüzgarla birlikte yağmurun atıştırması da ortama başka bir hava katıyordu. Şehrin gürültüsünden ve dumanlı havasından arınmış hissediyordum. Son derece oksijeni bol ve temiz bir hava hakimdi; her ne kadar gece olsa da insan bunu hissediyordu. Sonbahar, doğanın üzerinde çoktan hakimiyetini kurmuştu. Doğru ya, liderlik, güç, hakimiyet sırası sonbahardaydı. Sararmış ve dökülmüş yapraklar, rüzgarlar, kurumuş ağaçlar, yağmurun yağması, sonbaharın eşsiz ve güzel hakimiyetini temsil ediyordu. Doğa geceleri ıssız ve ürpertici olsa da gündüz ve gecenin farkı vardı. Gündüz alınan haz ile gece alınan haz her zaman farklıdır. Çünkü yaşamın sırrı gecenin esrarengizliğinde saklıdır. Buna inanıyorum. İnancım herkese doğru gelmeyebilir. Fakat sorun yok, bu benim için böyle. Tezatların olmasını kabul etmek erdemlik göstergesidir bence. Saygılı ve mesafeli bir şekilde insan münazaraya dahil olabilir. Hoş, günümüzde pek mümkün olmayan iki kavram. Sahi, günümüzde ne hakimdi? Yaşam şehrinin sokaklarında neler olup bitiyordu? Kimlerin umutları, inançları yok ediliyordu? Kafamda deli sorularla doğanın derinliklerine doğru ilerliyordum. Epey bir mesafe katetmiş olmalıyım ki hafif bir yorgunluk ve bezginlik hissettim. Sanırım biraz soluklanmam gerekiyordu. Evden çıkmadan önce demlediğim çayımı çantamdan çıkardım ve bir yudum aldım. Çay, bizim toplum için olmazsa olmaz bir içecektir. Yaz kış dinlemeden demler içeriz. Biraz çay içtikten sonra zihnimde gezen bu olumsuz sorulardan nasıl sıyrılabilirdim? Sanırım onlarla yüzleşerek. Çantamda duran gazete kağıdını çıkardım ve okumaya başladım. İlk sayfadaki haber, genç polis memurunun girdiği çatışmada yirmi altı ayrı suç dosyası bulunan zanlı tarafından vurularak şehit edilmesiydi. Diğer sayfayı çevirdim; hemen bu sayfada da durum pek iç açıcı değildi. Terör örgütleriyle girilen sıcak temasta şehit düşen er ve erbaşlardan bahsediyordu. Sırayla okumaya devam ediyordum. Sırada ne vardı peki? Sağlık çalışanlarına şiddet! Hasta yakını tarafından ateşli silah ile yaralanma sonucu hayata gözlerini kapatan bir doktor. Hasta yakını tarafından darp edilen bir hemşire. Haberler gitgide içimi karartıyordu resmen. Bakalım üçüncü sayfada ne var? Kadın ve çocuk cinayetleri. Olamaz! Hem de yakın akrabası amcası tarafından taciz edildikten sonra öldürülen çocuk, gece yolda tek başına giderken tecavüze uğrayan kadın, boğularak öldürüldü. Haberler gittikçe derinleşiyor ve insanın kanını donduran cinsten bir hal almaya başlamıştı. Son sayfaya geldiğimde ise başıboş hayvanların etkisiz hale getirilmesiyle karşılaştım. "Etkisiz hale" diye bir de yumuşatmışlar kendilerince. Resmen katliamdı bu. Ne oldu yahu bize? Ne ara bu hale geldik? Diye düşüncelere dalarken, sanki bilinçaltımın bir oyunu gibiydi bu düşünceler. Sabah ezanının sesiyle birlikte uyandım. Açık penceremden hafif soğuk, hafif de ılık bir şekilde esen rüzgârı ensemde hissediyordum. Ne olmuştu bana? En son kitap okurken uyuya kalmışım. Sanırım tek uyuya kalan ben değilim. Toplum olarak epey zamandır uyuyoruz. Sahi, ne oldu bize? Ne ara bu hale geldik? Yaşam şehrinin sokaklarında kötülük kol gibi geziyor. Güzellikten eser yok...


Herkes kendi bencilliğinde kaybolmuş durumda; belki de dünya tarihinde böyle bir devrin eşi benzeri rast gelmemiştir. İnsanların toplumsal olarak psikolojik şiddete maruz bırakıldığı, sindirildiği ve yok sayıldığı bir dönemin içerisindeyiz. Artık her şey normalmiş gibi görünüyor. Hoş, normal olmasa da bir şekilde normalleştiriliyor. Yaşam şehrinin sokaklarında olan biteni takip ediyoruz. Yahu bu şehrin insanlarına ne olmuştu? Herkes üç maymunu oynuyordu sanırım: Görmedim, duymadım, bilmiyorum! Daha adil ve eşit bir dünya mümkünken, nasıl bu hale gelebildik? Duyarsız, anlamsız, sıradan ve basit bir toplum! Bence yapmamız gereken şey bireysel olarak değil, toplumsal olarak bencil olmaktır. Sanırım son zamanlarda okuduğum en anlamlı ve etkileyici söz şu: “Sadece mutlu olmayı istesek, kolay olurdu; mesele başkalarının da mutluluğuna şahit olmaktır.


” Yaşam şehrinin sokaklarından şimdilik bu kadar..."