Lavinya Dergisi

YAĞMURUN RİTMİNDE DÜŞÜNCELER
Osman YAVAN

İnanıyorum ‘‘ Elbet Bir Gün! ’’ İnsan dünya’ da ne için var olduğunu anlayacak…

Dünya, yavaş yavaş güneşin etrafında dönmeye devam ederken vakit ikindiyi biraz geçmişti. Güneş, usul usul aydınlatıcı etkisini yitiriyor, tüm dünyayı ısıtan sıcaklığını kaybediyordu. Anlaşılan, bugünlük mesaisini tamamlamasına az kalmıştı. Kendisine ayrılan vaktin sonuna geliyordu. Rutin çalışmasını yapıp bir gün sonrası için tekrardan görevlerine hazırlanmak üzere istirahate çekiliyordu. Odamın açık penceresinden hafif esen rüzgârı yüzümde hissettim. Pencereyi kapatmak için harekete geçerken dışarıda hafif rüzgarla birlikte yağmurun çiselediğini fark ettim. Önce hafif hafif çiseleyen yağmuru, küçük de olsa bedenimde hissetmek için ellerimi dışarıya doğru uzattım. Ardından pencereyi kapatıp çalışma masama doğru ilerlerken gözüme masamın sağ tarafında duran çay dolu bardağım ilişti. Bardağımdan hâlâ usulca dumanlar çıkıyordu; demek ki çayım henüz sıcaktı. Fincanı avuçlarımın arasına aldım. İçimi ılık bir his kapladı. Bilmiyorum, belki de sıcacıktı. Pencerenin önüne gelerek kapattığım pencereyi tekrar açtım ve çayımdan bir yudum alarak hafif çiseleyen yağmuru seyre daldım. Şehri aydınlatan, sıra şeklinde dizili sokak lambaları, yağmuru daha net gösteriyordu. Rüzgârın da etkisiyle ortama serinletici bir hava katıyor, aynı zamanda yüzüme yağmur damlaları savruluyordu. Kendimi rahatlamış, yüklerimden ve sorumluluklarımdan arınmış hissettim. Sanki uzun zamandır böyle bir huzura ihtiyacım varmış gibiydi. Yağmuru seyretmek, onu hissetmek üzerimde düşük dozda sedatif bir ilaç etkisi yapıyordu. Ruh halim, yani gerginliğim ve bunaltım aynı zamanda duygu ve davranışlarım, stabil bir hâl almıştı. Üzerimde hâkim olan bu durum, kendimi dinlememe, anlamama ve hissetmeme yardımcı olmuştu. Çok hoş bir duyguydu. Bu huzurun etkisiyle olsa gerek, geçmişte yaşadığım olumsuz olayların zihnimde şimşek gibi çakması bu ortamda trajikomik bir hâl alıyordu doğrusu. Hayat hep böyleydi; en güzel anların bir katili mutlaka oluverirdi. Her ne kadar dünyamız gündüzleri güneşle, geceleri ayla aydınlansa da eğer kalbin kırıldıysa, gönlün küstüyse zihnin karanlık bir bulutla kaplanıyor. Karamsarlıklar peşini bırakmıyor. Adeta hayal kırıklıklarının vücut bulmuş hâli oluyorsun. Ancak bu ruh hâlinde olan insan, düşüncelerine hâkim olamıyor, davranışlarını kontrol edemeyebiliyor. Bu noktada aklıma Albert Einstein’ın şu sözleri geliyor: “İnsanlar, ağızlarından çıkan kelimelerin ve beyinlerinden geçen düşüncelerin bütün evreni dolaşıp tekrar onlara geri döndüğünü bilselerdi, eminim çok daha dikkatli olurlardı.”


Bu söz üzerine biraz düşündükten sonra söylemek istediğim birkaç şey var. Toplum olarak okuma, araştırma, öğrenme ve gayret etme gibi kavramlardan uzak gibiyiz. Üzerimizde yüksek dozda sedatif ilaç enjekte edilmiş gibi bir ruh hâli mevcut. Bilinç bulanıklığı içinde, uykulu bir dönemdeyiz. Sanırım bitkisel hayattayız ve birinin fişi çekmesini bekler gibi davranıyoruz. Peki, neden konuyu bu kavramlara bağladım? Şu sebepten ötürü: Okuyan insan, meraklı insandır. Bilinçli, bilgi sahibi bir insandır. Okuyarak kendini geliştirir, zihnini canlı tutar. Her ne kadar zor da olsa zor zamanları bir şekilde atlatabilecek güce sahiptir. Çünkü bu hayatta hiçbir şey ebediyen yaşamaz, her şey gelip geçicidir. Bu yüzden hangi ruh hâlinde olursak olalım, ağzımızdan çıkan kelimelere dikkat ederek hayatımıza devam edelim. Unutmayalım, sen ne için hazırsan, o da senin için hazırdır. Bu düşünceler içinde ilerlerken, şunu da çok iyi biliyorum ve farkındayım ki yaşam şehrinin sokakları kompleks ve kırık kalpler sokağına çıkıyor. Yaşam şehrinin karmaşık yapısı birçok farklı sokağı barındırıyor: Kırık Kalpler Sokağı, Umutsuzluk Sokağı, Sahte Kimlik Sokağı gibi negatif çekimli sokaklar. Aynı zamanda Umut Sokağı gibi pozitif çekimli bir sokak da var. Her iki sokakta da güneş doğuyor ve batıyor. Gündüzün bütün çıplaklığı gibi gecenin de esrarengizliğini bizlere sunuyor. Önemli olan, yaşam şehrinde kendimizi hangi sokakta bulduğumuz değil, hangi sokakta olmak istediğimizdir. Unutmamakta fayda var: Zor olan her şey güzeldir. Kolay olan hiçbir şey insanı mutlu etmeye yetmez.


Yaşam şehrinin karmaşık yapısına dalmış giderken, yağmurun şiddetlenmesiyle çayımın üzerine serpilen yağmur damlalarının sesiyle irkildim. Şehrin ışıkları hem negatif hem de pozitif sokağa çıkıyordu. Ancak pozitif sokağa ilerlemek için önce negatif sokağı aşmak gerekiyordu. Yol uzun, çetin, yorucu ve engellerle dolu olsa da vazgeçmemek diye de bir gerçek vardı. Tıpkı yağmurdan sonra açan güneş gibi. Kış güneşi gibi aldatıcı olmayan bir güneşti bu. Düşünceler içerisinde âlemden âleme koşarken, sokağın köşesindeki sokak lambasından yansıyan bir gölge fark ettim. Gecenin karanlığı ve yorgun gözlerimden dolayı cinsini ve rengini seçemesem de bir buket çiçeği gördüm. Gölgenin sahibi, çiseleyen yağmura aldırmadan usulca, dikkatlice sokağın köşesinden dönmüştü. Üzerinde uzun ve sade, bej renkli bir trençkot, diz kapaklarına kadar uzanan siyah çizmeleri ve elbette siyah fötr şapkası olan bir hanımefendi belirdi. Kendinden emin adımlarla sokağına doğru, kararlı ama bir o kadar da mutlu bir yüz ifadesiyle ilerliyordu. Yaşam şehrinde gece ilerlemişti. Saat epey geç olmuştu. Bana eşlik eden çayımın bittiğini fark ettim. Gecenin esrarengiz ıssızlığı ve karanlığı, düşünce dünyama ortak olmuştu. O kadar zaman pencere önünde geceye ve yağmura teslim olmam, benim açımdan son derece huzur verici bir aktiviteydi. Düşünüyorum da biz insanlar bazen, hatta çoğu kez ne kadar kendimizden fedakârlık yapıyoruz. Egemenliğimizi şartsız, kayıtsız başkaları için harcayabiliyoruz. Sanırım kendi hakkımızı düşünmeden hareket ediyoruz. Kul hakkına değil, kendi hakkımıza giriyoruz. Bu da bir nevi insanın kendisine karşı eşitsiz ve adaletsiz davranmasıdır. İnsan, insan olarak yoksunlaşır. Yoksunluk hissine kapılarak kendimizi arka plana atıyoruz. Oysa yaşam şehrinin sokaklarında, binlerce sahte kimlikle dolaşan insanlardan ibaretti, kendimizden ödün verdiğimiz o çok kıymetli insanlar.