Lavinya Dergisi

PENCERE, KIRMIZI İP VE HÜZNE DAİR CEVAPLAR
Gülşah DEMİRCİ

“Susup içime döktüğüm cümlelere boğazımdan geçiş yok Parmak uçlarımla konuşuyorum, duyuyor musun?”

Camda süzülen yağmur tanelerini izliyorum oturduğum yerden. Göğün çehresi karardıkça daha çok üşüşüyor damlalar camıma; birbirleriyle yarışıyor, birbirlerine karışıyorlar telaşla. Bu hareketlilik hâli, durgun yansımama bir not bırakıyor aniden: “Dikkat, pencerende hüzün var bugün!”

İlk başta tereddütle içeriye buyur ettiğim hüzünle beraber olduğum yerde kıpırdanıyorum, o damlalara ben de karışabilir miyim, bilmiyorum. Cevaplanmamış bu sorunun ağırlığıyla bakışlarım sokağı adımlıyor; omuz omuza vermiş, soluk benizli evler suskun… Suyla dolup taşan oluklar ise susmak bilmeyen zihnim kadar geveze… Kaldırımın kenarında oluşan akıntıyı seyre dalıyorum. Mazgallardan kendini boşluğa pervasızca bırakan suya özeniyorum. Akmak, akabilmek diyorum, akışta kalabilmek, ah gerçekten ne büyük meziyet!

Akıntıya kapılan bir dal parçası geçiyor önümden, sert esen rüzgâra boyun eğmiş, yenilgiyi kabullenmiş… O dal parçasının çaresizce sürüklenişi benim de düşüncelerimi o yöne çekiştiriyor. Aslında bir yandan da nasıl da tutunmak istiyor insan. Hayatın uzattığı dallar bir bir kırılırken daha sağlam, kopmaz, kırılmaz bir şeyler arıyor. Bir umut kırıntısını kendine yuva yapıyor da sığınıyor içine, sığdırıyor hayallerini, hatta tüm benliğini…

Düşünceler denizinde kulaç atmaya çalışırken bir ip düşüyor önüme. Kırmızı bir ip… Bulutların bir anlık tebessüm ettiğini görüyorum. Akıntıya kapılmış kırmızı ip, yılan gibi kıvrılıyor suyun üzerinde. Yağmurla dans ediyor belki de. Birazdan o da mazgaldan kendini boşluğa bırakacak. İçim buruluyor, zihnimin kıyısına vuran uzak diyarlardan bir hikâye oluyor bu sefer. Kulak veriyorum seslenişine, tozlu bir efsaneden çıkıp üflüyor soluğunu yüzüme. Tanrı, birbirine eş olacak iki ruhu, ayak bileklerinden ya da serçe parmaklarından görünmez kırmızı bir iple bağlarmış. Böylelikle iki insanın kaderi birbirine kopmayacak şekilde bağlanırmış. Zamandan bağımsız, mekândan azade… Kaderin kırmızı ipi, esneyip uzayabilir, kimi zaman dolanıp düğümlenebilir fakat asla kopmazmış. Bu ip, farklı yollara da sapsalar iki ruhu er ya da geç bir araya getirirmiş. Ne kadar uzağa da savrulsalar bu ip sayesinde iki ruh birbirlerini yine de bulabilirmiş.

İç çekip göğsümü genişletiyorum ve derhal serçe parmağımı, ılık nefesimle buğulanmış cama dayıyorum. Mazgaldan kendini boşluğa bırakıyor kırmızı ip… Suyla beraber akıp gidiyor gözlerimin önünden, tutamıyorum. Tüyler ürperten bir anaforun gazabında sağa sola savrulan kalbimin varlığını hatırlıyorum o anda. Gözümde istemsizce beliren yaş, camdaki bir yağmur tanesiyle birleşince artık cevabı bildiğimi anlıyorum. O damlalara ben de karışabilirim. Su olup akabilirim, kaderin kırmızı ipine tutunarak o mazgaldan kendimi boşluğa yuvarlayabilirim.

Peki ya sonrası? Cevabı bilmek yetiyor. Geri çekilip perdeyi çekiyorum. Suskun evlere öykünüyorum şimdi. Camda yağmur taneleri, ılık nefesimin buğusu ve serçe parmağımın izi… Kabul ediyorum, penceremde hüzün var bugün! Kıpkırmızı bir hüzün…