Lavinya Dergisi
YALNIZLIĞIMA MEKTUPYalnız hissediyorum, aslında bu hissetmek değil! Her şey donmuş gibi. Düşünemiyorum, algılayamıyorum ve en acısı da hissedemiyorum. Çünkü bu ciddi manada psikolojik olarak çöktüğümün kanıtıdır. Bedenim de fiziksel yorgunluktan ziyade mental yorgunluk mevcut. Sahi düşünüyorum da insan; yalnız hissettiği anda dahi kendisiyle baş başa kalıyor. Gerçi benim hayatım da bu hep böyle olmuştu...
Sensiz geçen yılların ardından korkar olmuştum. Birine inanmak, güvenmek şöyle dursun mesafeli ilişkiler kurarak hayatıma devam ediyorum. Çünkü sen öğrettin bana bu dünyada kimseye inanılmayacağını, güvenilmeyeceğini... Benim için yapmış olduğun tek faydalı şey bu olsa gerek. Gerçekler her zaman acıdır. Dürüst olmakta fayda var. En azından insan kendisine olan saygısını yitirmemiş oluyor. Biliyor musun çok özledim seni? Gözlerinin yeşilini, sesini, bana kızmanı, öfkelenmeni... Bir çocuk gibi azarlamanı, terslemeni çok özledim. En çok da neyini özledim biliyor musun? Telefonda konuşmuyoruz diye trip atmanı özledim. Canım sıkılınca, moralim bozulunca kaçıp sana sığınmayı özledim. Sende bulduğum ferahlık, içimin sıcaklığı, kalbimin her bir zerresinde aşkının heyecanını özledim. Bilmiyorum sen özledin mi beni? Tek bildiğim şey ise olduramadık yazık ettik güzelim sevdaya, sevgiye, heyecana... beceremedik bazı şeyleri. Belki en güzel halinle başka bir evrende...
Mektubumu yazarken bana gecenin simsiyah zifiri karanlığı ortak olmuştu. Masanın başına uyuya kalmışım sanırım. Sabah ezanın muhteşem sesiyle birlikte yarı uykulu bir şekilde pencereye doğru ilerledim. Hem ezanı dinleyecek hem de dışarıdaki müthiş havayı teneffüs etmiş olacaktım. Biliyorum çok uzun bir mektup yazamadım sana. Yazmış olsam da sana ulaştıramam. Çünkü yalnızlığıma seni ortak edemem. Bunu ne kendime ne de yalnızlığıma yapamam...
Sabahın feyzinden ve bereketinden istifade ettikten sonra sana yazmış olduğum mektubumu bir cam şişenin içerisine koydum ve sahile doğru usul usul yürümeye başladım. Denize yaklaştıkça denizin kokusu burnuma gelmeye başlıyordu... muhteşem bir koku. Herkes sevmez ama ben denizin ve kokusunun rahatlatıcı bir özelliği olduğuna inanıyorum. Ayakkabılarımı çıkarttım ve sahilde yavaş yavaş yürümeye başladım. Ayağıma yapışan kum taneleri ile birlikte hafif dalgalı gelen suyun verdiği huzuru o an başka hiçbir şey veremezdi sanırım. Sahil boyu yürürken artık “Yalnızlığıma Mektubum” ile vedalaşmam gerekiyordu. Fakat ayağıma o esnada bir şişenin çarptığını fark ettim. Aldım ve tıpasını açarak içinden çıkan notu okumaya başladım... Bu bir intihar mektubuydu.
İntihar Mektubu:
“Öncelikle herkesten ve her şeyden özür dilerim...
Ben bu satırları yazarken tarih sekiz ekim yani bugün benim doğum günüm. Saat gece iki suları... Doğum günümün ilk saatlerinde sizlere veda ediyorum. Tüm insanlığa ve sana.
Herkes doğum gününde mutlu olabilir mi? Bence olamaz en azından ben mutlu değilim. Doğduğum günden beri yüzüm gülmez benim. Laf olsun diye söylemiyorum gerçekten öyle. Çok yoruldum biliyor musunuz? Güçlüymüş gibi davranmaktan, mutluymuş gibi görünmekten. İçimde kopan fırtınalardan, yanan ateşten bir haber yaşayan ailemden, dostlarımdan çok yoruldum. Ve sen sevgilim! Çok yoruldum artık sahte tavırlarınızdan, arkasından konuştuğunuz insanların yüzüne gülmenizden. Sahteliklerinizden, samimiyetsizliklerinizden, yalanlarınızdan, kıskançlıklarınızdan. En çok da eşitliğin ve adaletin olmayışından bıktım yoruldum!
Özür dilerim ben bu devrin insanı olmadım... Sizin gibi gerçek yüzüme maske takıp sahteleşemedim, samimiyetsiz olamadım. Birazdan bileklerimi keserek hem bu dünyaya hem de sizlere veda edeceğim. Kuvvetle muhtemel bir kesiminiz Allah'a karşı geldi canına kıydı diyecek. Dinimi sorgulayacaksınız. Bir kesiminiz zaten sinirli, öfkeli bir adam diyecek. Psikolojimi sorgulayacaksınız. Bir kesiminiz de belki çok çekti kurtuldu diyecek... Bilmiyorum artık ne derseniz deyin ama gerçek şu hiçbir zaman beni anlamadınız, anlamak dahi istemediniz çünkü dinlemediniz! Sakın yanlış anlamayın kimseyi suçlamıyorum, sorumlu tutmuyorum zira siz hep haklısınız!
Ve sen sevgilim! Onlar beni hiç dinlemedi ama sen var ya sen en acısı da sensin! "Muş" gibi yaptın her zaman. Seviyormuş, değer veriyormuş, anlıyormuş, dinliyormuş gibi yaptın... Kızmıyorum sana kırgın da değilim. Suçlamıyorum da zira sen de hep haklıydın...
Bu satıları yazarken oda arkadaşım derin bir uykuda ve ben yavaş yavaş yanımdaki masanın üzerinde duran jiletle göz gözeyim. Birazdan sol bileğime jilet atıp keseceğim... Ardından sağ bileğime son darbeyi vuracağım. Bileklerimi kestikten sonra yavaş yavaş kan akım hızı düşecek ve oksijensiz kalacağım şuurum kapanacak. Belki de bu intihar girişimim ölümle neticelenmeyecek. Fakat yetersiz kan ve oksijensizlikten dolayı felç kalacağım. Hem ne fark eder ki yaşarken öldüm ben! Ölümle tanışmama dakikalar kaldı... Sol bileğimi dik bir şekilde kestim çünkü yan kesince net sonuç vermiyormuş öyle anlatmıştı hoca...
Özür dilerim anneciğim doğumumda çektiğin acılar, sancılar için... Ama evladın ne bir kızın sevgisine layık olabildi ne de bu dünya da var olabildi... Hiçbir zaman ben bu devrin adamı olamadım özür dilerim... Ne garip değil mi insanın aylarca dünyaya gelmek için beklemesi sonra doğumunun saatlerce sürmesinin ardından bir jilet sebebiyle yarım saat ile bir saat arasında gözlerini ebediyetten kapatması...
Ona söylemeyin olur mu öldüğümü çünkü üzülmüş gibi yapmasın...
Not: ölümümden sadece kendim sorumluyum!”
Okuduklarım karşısında kanım donmuştu. İdrak edememiştim ve tekrar okumuştum. Aynı filmlerdeki gibi bir sahnenin senaryosunu okur gibi hissettim. Mutlaka hepimizin farklı yaşamı, tecrübeleri, dertleri, sıkıntıları, yalnızlıkları var. Ama bizim en önemli eksiğimiz fark ettim ki;
“İnsanlar, birbirlerini dinlemiyor dinlemediği için de anlamıyor. Çünkü hiç kimsenin sabrı ve tahammülü kalmamış.”