Lavinya Dergisi

NALINCI BABA
Nurten K. TOSUN

Rakamlardan öykülere yolculuk. Kalem, kağıt, düş ve pamuk şeker eşliğinde...

Peşin veyahut veresiye. Peşin alan, veresiye satan. Peşin satan, veresiye alan. Her bir kelime öbeğinin para, mal, mülk, senet, sepet gibi karşılığı veyahut anlamı var elbette. Yediden yetmişe vakıfız bu dengelere. Ya peşin hükümlü olmak denilirse? O da yazılır mı bakkal defterine? Ayın kaçında mahsup edilir bu bedel? Memursa ay ortası, özel sektörse aybaşı mı tahsilat makbuzu geçer ele? Çok sevilir bir konu, kişi hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmadan karara varmak ama… Yaradan’dan başka kim bilebilir ki kulun niyeti gerçekte nelere gebe. Gelelim ibretlik hikâyeye.
Sultan Murat Han (III. Murat) o gün bir hoştur. Telâşeli görünür. Vezir-i Azam Siyavuş Paşa sorar:

- Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayır mı? Şer mi?
- Öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan dışarı çıkıyoruz.

Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hala gördüğü rüyanın etkisindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Kararlı adımlarla Beyazıt’a çıkar döner vefaya. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına dikkatli bir şekilde bakınır. İşte o sırada yerde yatan bir mevta görür. Sorar kimdir bu? Ahali aman hocam hiç bulaşmayın der. Her biri ayyaşın biri işte diye devam eder. Bu nedenle cenaze yerde bekler. Kimse kaldırmaz, el sürmez.
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade edin bilelim. Kırk yıllık komşumuz. Azaplar çarşısında çalışır, nalının hasını yapar. Ancak kazandığını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem nerde namlı bir kadın varsa takar peşine.

Başkası lafa karışır:
- Sorun soruşturun. Bir kere olsun cemaatte onu gören olmuş mu?
Etraf aşağı yukarı aynı sözleri sarf eder. Bizim iki molla kalır ortada. Tam vezir toparlanıyordur ki, padişah önünü keser.
- Defni tamamlamak gerek.
- Saraydan Hoca yollarız ve kurtuluruz vebalden padişahım.
- Olmaz. Rüyamdaki hikmeti çözemedik vezir. Biz yapacağız.

Kefen, tabut bulunur. Bakır kazanlar ocağa vurulur. Usulü erkânınca bir güzel yıkanır naaş. Yıkandıkça güzelleşir sanki nalıncı. Bir nur aydınlanır alnında. Manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınır adama. Vezir de aynı hisleri taşır bakınca. Meşhur nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Varsa hanımı ve yetimleri bulup getirelim diye düşünürler. Hızla mahalleyi dolanmaya giderler. Evini bulurlar nihayet. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi dinler. Sanki bu haberi bekler. Eşiğe çöker elini yumruk yapar. Ağlamaz hatıralara dalar. Sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.
-Biliyor musun oğlum? Benim bey bir âlemdi. Akşamlara kadar nalın yapar ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, cebindekini verip satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.
- Niye?
- Ümmet-i Muhammed içmesin diye.
- Hayret! - Sonra malum kadınların ücretini öder getirirdi eve. Onlara güzel yolu anlatırdı. Zamanınızı satın aldım der mızraklı ilmihal okurdu.
- Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki.
- Milletin ne sandığı umurunda değildi. O hep uzak mescitlere giderdi. “Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, tekbir alırken Kâbe’yi görmeli.” derdi. Hatta bir gün seni komşular kötü belleyecek, cenazen ortada kalacak dedim. “Kimseye zahmetim olmasın. Mezarımı bahçeye kazdım. Allah büyüktür hatun. Padişahın işi ne? Bakarsın beni o yıkar.” deyince şaşırmıştım.

Padişah artık rüyasının hikmetini anlamıştı. Halkın onun cenazesi yıkanmaz dediği adam, belki de ona bunları yakıştıranların hepsinden daha iyiydi. Yıllarca kalem ehilleri Allah dostu Nalıncı Baba’yı güzel kalemlerle yazmıştı. İsteyene anlatıcılardan nice dersler çıkarılmıştı. Gelelim sadede…
Peşin veyahut veresiye. Peşin alan, veresiye satan. Peşin satan, veresiye alan. Bir de her yaptığı iyiliği göze sokan, sokmayan. Bilmeden konuşan, sükûtu altın sayan. Her gördüğüne kanan, kanmayan. Şekle inanan, inanmayan. Haddi olmadan yargılayan. Kem gözle bakan. Kötü sözle yaftalayan. İnsanın içinde saklıdır gerçeği. Akıllıdır görünüşe aldanmayan. Gel sen de ol “Her sakallıyı deden sanmayan.”