Lavinya Dergisi

KRALİYET PİTONU
Nurten K. TOSUN

Rakamlardan öykülere yolculuk. Kalem, kağıt, düş ve pamuk şeker eşliğinde...

Sıradan bir gündü. İnsanoğlu her zaman yaptığı gibi koşturuyordu. İçlerinden biri değişiklik yaparak sözde nefes açmak için evine yakın o ormana gitti. Aynı ritimle yol geri dönülecekti. Rastlantı bu ya! Kuş, böcek, sincap değil minik bir yılan buldu. Nefeslenmek için geldiği bu yerde yavru öylece duruyordu. Minikti, uysal gibiydi, hatta şirin bile görünüyordu. Aklına yakın zamanda izlediği egzotik canlılar belgeselini getirdi. O günlerde yılan besleyenlerin sayısı gittikçe artıyordu. Yavruyken sahiplenilenler sahibine çabuk alışıyordu. Sanki hayvan gözlerine bakıyor ve kaçmıyordu. O an gitmek ve kalmak arasında düşündü. İnce bir çizgide tarif etmek istemediği duygularla cebelleşiyordu. İnsanoğlunun bazısı hala merhametliydi. O da bu bazı topluluğundan fazlasıyla nasibini alıyordu. Aslında yalnızdı. İzahta bulunacağı kimse yoktu ama bir yılan beslemek ne kadar doğruydu? İnsanoğlu için bu yorucu olur muydu? Bilmediği bir refleksle yavruyu tuttu. O miniklikle zarar vermesi mümkün görünmüyordu. Hava soğuktu, belli ki yolunu, belki annesini kaybetmişti. Leopar deseni ile çalı, çırpı gibi duruyordu. Bir başkası üzerine basınca ölebilirdi. Gönlü kim bilir hangi sebeplerle razı gelmedi onu bırakmaya. Yılanla beraber yola koyuldu. Tanışma faslı hızla geçildi. Araştırmaları sonucu öğrendi ki yol arkadaşı bir kraliyet pitonuydu. Ortalama yüz otuz santimetre olacak olan bu yılana yirmi yıl kadar ömür biçiliyordu. Çoğunlukla zehirsiz ve küçük oldukları için evde beslenilebiliyordu. Nemli ve sıcak ortam hazırlanılması için çalışmalara başlandı. Ev yavruya göre yeniden düzenleniyordu. Geniş bir akvaryumun zemini kum ve talaşla kaplandı. Perdeler karanlık seven dost için koyulaştırıldı. Güneş ışığı alan tüm delikler kapandı. Beslenmesi özenle dondurulmuş, servis öncesi ılıtılmış yiyeceklerle hazırlandı. Bir altın kaşığı eksikti, bir de doğadaki ot parçaları. Böylece günler günleri kovaladı. İnsanoğlu yılanı nerdeyse koynunda yatırdı. Soğukkanlı bir canlı olduğu, kendisini aç hissettiğinde saldırabileceği gerçeğini söyleyen diğer insanoğullarına kulaklar kapandı. Hatta küsüldü ve konuşulmadı. Piton dosttu, diğerleri bunu anlamıyordu. Büyüme faslı keyifle geçildi. Takvim yaprakları değişti. İnsanoğlu verdikçe verdi emeğini yılana. Yanına sevgi de iliştirdi çoğu zaman. Gözü ve gönlü pitonuyla dertleşti. Lakin bir gün öyle ya; beden taştan değildi. İnsan hasta oldu ve yerinden kalkamadı. Günlerce öylece yattı. Elini pek bir şeye süremedi. Yine de dostunun yemeğini, teşbihte hata olmaz, insanca sürünerek hazırlamayı ihmal etmedi. Eskisi gibi her güne özel menüler çıkaramasa da, az çok karnının doymasına yetmeliydi. Yatarak para da kazanılmıyordu; tedavi, kira, kasko, doğalgaz derken bütçesi de epey eridi. Devir tasarruf devriydi. Piton bir ihtimalle olup biteni sezmişti. Sonuçta rahatına zeval gelmişti. Huzursuzdu ve gergindi. İnsanoğlu bu durumu hiç görmedi ya da görmek istemedi. Nihayetinde yıllarca onu koynunda beslemişti. Zor günler faslı kolay geçilmedi. İnsanoğlu toparlanmaya çalışırken yine yol arkadaşına merhameti borç bildi. İyi insan olmak zor bir şeydi. Mümkün olduğunca vericiliğine devam etti. Çabası yetmedi! En ummadığı anda yılanı onu soktu. Arkasına bile bakmadan diğer odaya gitti. İnsan aniden yere devrildi. Gözünden yeşilçam filmleri misali geçmiş ve bugün geçti ama en acıtanı derisi değişen yılanının bakışlarıydı. “Hak ettin!” der gibiydi. “Nankörlük” kelimesi fısıltıyla nefes almakta zorlanan dudaklarından döküldü. Gözyaşı sıcacık aktı yanaklarına. Bilmiyordu! Belki de ölecekti! Elbette; baştan beri unuttuğu bir şey vardı. Yaşamla ölüm arasında aklına gelecekti: “Yılan fıtratından vazgeçemezdi.”