Lavinya Dergisi

GİZLİ TARİF
Nurten K. TOSUN

Rakamlardan öykülere yolculuk. Kalem, kağıt, düş ve pamuk şeker eşliğinde...

Anahtar kolyeniz oldu mu sizin? Benim oldu. Üstelik bir tane değil. Bir kaç tane. Her yeni eve bir anahtar. Genişi, darı, paslısı, ince uçlusu... Bazılarını uzun yıllar tuttum boynumda. Bazıları çok kısa kaldı. En çok hangisini mi sevdim? Elbette menekşe kokulu olanı. “Anahtar menekşe kokulu olur mu?” deyip gülenleri duyabiliyorum. Neden olmasın? Henüz on yaşındayken menekşe kokulumla evimizin mavi, heybetli kapısını açarken ben, annemin evde olmayışına üzülmüyordum artık. Çünkü Nebahat vardı. Sıcak kurabiyeler yapardı. Tuzlular, tatlılar, reçelli ekmekler... Böğürtlenli, çilekli, ayvalı… Yanında ev yapımı limonata. “Senin limonatan neden bu kadar güzel oluyor?” diye sorardım her seferinde. Cevaplardı “Benim limonlarım özel, daha sarı ve sulu. Reçellerim gizli tarif. Büyük nenemden kalma. Sadece ben biliyorum tarifi. Daha sen yaşlarında bir çocuktum elime tahta kaşığı aldığımda. Ah günler! Meyvelerimdeyse sevgi var. Sevgi çok başka bir şey çocuk. Kan bağı istemez. Çok şeyi sevebilirsin. Çiçeği, böceği, kilimi, bilimi. Anlayacağın özünde duygu var. Hepsi başka diyardan geliyor”. O diyarı sıklıkla hayal ederdim. Acaba gizli bir adası mı vardı? Şöyle limon ağaçları ile süslü ve gizli tariflerini sakladığı. Adadan gelen meyvelerden olsa gerek annemin kurabiyeleri de, limonataları da Nebahat'in yaptıkları gibi olmazdı. Zaten çok sık da yapmazdı. Üzülmesin diye söylemezdim hiç. Anlardı gözümden. Biliyorum içten içe komşusunu sevmezdi. Ondan daha güzel limonatalar yaptığı için değil ama. Sanırım banyodan sonra bile koşarak yan dairenin kapısını çaldığım için. Elimde sarı saplı kırık tarağım. Ne yapayım? Saçlarımı çok yumuşak tarardı Nebahat. Bir de türkü söylerdi. “Kadife yastığım yok, odana bastığım yok, kitaba el basarım, senden başka senden başka dostum yok”. Türküdeki kadife yastıktan var mıydı sandığında? Bilmiyorum. Tüm heybeti ile oymalı ceviz sandık salondaydı. Çok ağırdı sandık, öyle ki, bir gün saklambaç oynamıştık; sandığın arkasına saklanmıştım, tüm vücudumla itmiştim onu, sobelemek için kalkmaktı amacım, sarsılmamıştı bile! “Ne var bu sandıkta?” sorusunun cevabını çok düşünerek ve uzaklara dalarak epey sonra vermişti bana: “Çeyizlerim çocuk.” Benim de çeyizlerim vardı. Babam yoktu. Annem hiç durmadan çalışıyordu ya da hep bir acele, telaş kaplıydı. Anneannem “Kız beşiğe çeyiz sandığa.” derdi. Yılda bir ya da iki kez geldiği evimizde yankılanırdı sesi. Korkardım! Nebahat kadar dolu bir sandığım olursa ki bu gidişle olacaktı. Bende mi yalnız kalacaktım? Zaten yalnızdım. Benim okulda bile arkadaşım yoktu. Nebahat’ in mor menekşeleri, saksıları dostuydu. Konuşurdu onlarla, severdi, öperdi her bir yaprağını. “Nasılsınız?” derdi. “Bugün nasılsınız?” Çiçeklerle konuşulur muydu hiç? Onun çocukları olsaydı, çiçeklerini bu denli seven bir kadın, çocuğunu kim bilir nasıl severdi? Annem bana hiç “nasılsın?” demezdi. Böyle sevmezdi. Dedim ya hep bir acelesi vardı. Keşke derdim. Ben de bir mor menekşe olsam. O saksılarda yaşasam. O günlerde okulda yırtık yama ile boynuma asılan anahtarla çok dalga geçer olmuşlardı. Geçen hafta anahtarımı boynumdan da düşürmüştüm. Neredeyse akşam ezanına kadar aramıştım. Ya bulamasaydım? Odamdan çıkmama cezası alırdım. Yine ağlayarak geldiğim bir gün elinde limonata ve şeftali reçelli ekmekle beni balkonda karşılayan Nebahat, önce gözlerimi nakış işlemeli mendiliyle sildi. Sonra arkadaşım olmayı teklif etti. Artık Nebahat komşum değildi. Madem ikimizin de arkadaşı yoktu, sırdaştık biz, arkadaştık. Bu yamalı anahtara da çözüm bulacaktık. İkimiz arkadaşsak mor menekşelerde benim arkadaşım olacaktı. O zaman anahtarı sabah okula giderken saksının içine menekşelere emanet edecektik. Akşam Nebahat çarşıda olursa menekşeler bana anahtarımı teslim edecekti. Sokaktan bir sıçrayışla Nebahat’ in saksılarına uzanacaktım. Giriş kattaydı geniş balkonu. Yumuşacık bir de sediri vardı. Kimi zaman uyuyakalırdım oracıkta. Üstümde nakışlı bir battaniye ile uyanırdım. Her yanım menekşe kokardı. Bu koku! Çiçekler arkadaşımdı. Menekşeler anahtarımı saklardı. Böylece kaybedip annemden cezayı da yemezdim. Yamalı ipiyle okulda dalga da geçemezdi kimse. O günden sonra anahtarım da menekşe kokuluydu. O ev, o anahtar, hayali ada, limonata, reçeller, kurabiyeler, sırlar, Nebahat ve menekşeler. Mutluydum, çok mutluydum. Annemin tayini yeni bir şehre çıkana kadar! İstanbul. Annem, ben ve çeyiz sandığım revan olduk yeniden yola. Bir de arkadaşımın benim için diktiği mor menekşeli saksı. Yol boyunca içimde sızı, elimde saksı Nebahat’in dilindeki türküyü söyledim. Sadece bir kıtasını daha çok tekrarladım galiba “Aman yolla Beyoğlu'na yolla, yavrum yolla, İstanbul'a yolla, yolla yolla yar yolla…” Belki de beş yüzüncü tekrarımda annemden sus emrini aldım. Sustum. O gün ve sonrasında hep sustum. Aylarca konuşmadım. Beni konuşturan ilk şey Nebahat’in mektubu oldu. Her mektupta bana gizli bir tarifini verecekti. Öyle yazmıştı. Aramızda mesafe de olsa sırdaşlığımız devam edecekti. Sadece kan bağı değil, can bağı da insanları aile yapardı. Esas olan sevgiydi. Beni seçmişti. Beni sevmişti. Mektuba gelince; limonata ile başlamıştı. Artık tarif ikimizde saklıydı. Özü sevgi, tarifi gizliydi. Sonra ayva reçeli ve diğer. Elbette tüm mektuplar menekşe kokuluydu...