Lavinya Dergisi

TÜRKAN, FİLİZ, MAVİŞ, DİĞERLERİ...
Nurten K. TOSUN

Rakamlardan öykülere yolculuk. Kalem, kağıt, düş ve pamuk şeker eşliğinde...

Onu elime uzattıklarında iki defa bakmıştım. Masmavi gözleri ışıldıyordu. Oyuncak bebeklere karşı içten gelen bir düşkünlüğüm vardı. Toplum kalıplarının dayatmalarından mıdır ama bilinmez, kız çocuğu ve havalı bebekler ikileminin güçlü tarafıydım. Gelsin biri, diğeri derken… O gelene kadar tavan arasındaki eski oyuncak sandığı dolup taşmıştı. Bu bebeklerin içinde çirkinleri, biçimsizleri, çok renklileri, zayıfları, bez olanları, kırmızı fistanlısı ooo daha neler vardı neler. Hepsiyle arkadaş olurduk veya ben anne olurdum, onlar evlat. Bazen kuaför, modacı, öğretmen... Ama hep benim dediğim olurdu. Önceleri isimlerini Türkan, Hülya, Filiz, Fatma, Gülşen gibi Yeşilçam sultanlarından seçerdim. Sonra sıkılırdım. Dünyaya açılırdım. Marilyn Monroe ile devam ederdim. Okula başladığım dönem ise öğretmenlerimin, arkadaşlarımın hatta Hürrem Sultan’ın adını bile koydum kendi benzerine. Hatırladığım, o bebeği hep başköşede oturttuğum. Elbette bebeğin saltanatı zamanla sona erdi. Köşe değişti. Kızıl güzel bir yenisi geldiğinde hemen tavan arasını ziyaret etti. Tıpkı adımın Emel Sayın hayranı olan annemin, sarışın ve mavi gözlü kızı olarak doğduğumda önce “Emel” olarak belirlenip, babaannemin “film artisti olmasın!” vetosu ile karşılaşması gibi. Bahane bulduğum rafa kalkardı. Çünkü gözünün üstünde kaşı vardı. Oysa her biri epey kahrımı çekmişti. Dans ettiklerim, sarılıp ağladıklarım, ilk gönül kırıklıklarımı anlattıklarım. Hepsi ama hepsi özeldi. Bir ara mor saçlı olanına bağlanmıştım ki; bahsi geçen masmavi gözlü gönül tahtıma kurulmuştu. İsmimi veto ettiği için midir bilinmez, devrin iki bileziği pahasına hediye almıştı babaannem onu şahsıma. Zaten ne istersem alırdı. Bakarsanız benim taleplerim haricinde eli sıkı sayılırdı. Bebeğe gelince, kocaman boyu, türlü türlü huyu, af edersiniz özelliği vardı. Şarkı söylüyor, dans ediyordu ilk bakışta. Yetmiyor konuşuyordu. Ah ne ala! Beyaz gelinliği, upuzun duvağı da cabasıydı. Kız çocuğu sevdası işte, bana bir gün gelinlik giyeceğim, âşık olacağım, prens bulacağım ihtimalini daima hatırlatırdı. Mahallede kimsede yoktu böylesi. Ne çok sevdim, sakladım, hava attım, oynadım ama değil mi? Bir hayli büyümüştüm salise kimseye acımadı. Daha yeni bebekler ilgimi çekmedi. Fosforlu ojelere, İspanyol paça pantolonlara, güneş kolyelerine aklım gitti. Sandık mı? Maviş sandığa biraz büyük geldi, ne de olsa kocamandı gövdesi. Cansız bebek demeyin, çok sessizleşti. Öylesine oturdu kâh bir koltuk üzerinde, kâh parke üstünde. Bir bakıma mesken etti en yakınımdaki gölgeyi. Bekledi sabırla yeniden doğacak hevesimi… Okuduğunuz satırlar öylesine yazılmış bir bebek hikâyesi mi? İnsanoğlunun iştahı kabarır ama çabuk tükenir mi bilinmez? Vefa lunaparkta unutulmuş bir çocuğun hayalleri gibi yiter mi? Atlıkarınca, dönme dolap o ilk gün ki heyecanımıza şahitlik eder mi? Yenisi gelince eskisi değer kaybeder mi? Asıl olan yaşanmışlıklar değil mi? Çocukluk çok geride kaldı ne yazık ki. Kanlı canlı bebeklere, hayalini kurduğum mesleklere, dost bildiğim seslere, aşkla gelinliğini giydiğim bir prense sahibim şimdi. Hayat böylesine hızlı akıp geçerken ve salise hala bu denli acımasızken… En tuhafı tüm bunların üzerine, kız çocukları şimdilerde teknolojik aletlere sarılıp uyurken ben… Ben yine hep benim dediğim olsun isterken ben… Kırmızı fistanlısını, Türkan’ı, Hürrem’i, Maviş’i hala seviyorum neden ki? Görünürde oyuncak bebek peşinde koşmasam da; bilin ki çocukluk heveslerime daha bağlıyım. Yaş almak sıradan bir döngü, yüz çizgilerim çok sahici ve günün sonunda; küstüğümde, kırıldığımda, canım yandığında o sandık, o ev, o eski bebekler var ya; onları çok özlüyorum inanın ki!