Lavinya Dergisi

KANAGAWA’NIN BÜYÜK DALGALARI
Nurten K. TOSUN

Rakamlardan öykülere yolculuk. Kalem, kağıt, düş ve pamuk şeker eşliğinde...

Önce odaklanalım görüntüye. Deniz dalgaları, Fuji Dağı, gemiler, kürek çeken insanlar, ressamın imzası ve başka detaylar. Baktığınızda hangisi çarpar gözünüze? Bu kadar yalın mı anlatırsınız resmi? Peki! Gördüğünüz ne ifade eder size? Bakmak ve görmek aynı şey değildir en nihayetinde. Bakmak; şahitliği, görmek derinliği ifade eder. Bakmak eylemini sadece gözünüzle yaparken, görmek için akıl, ruh, kalp, bilgi ve göz gerekir. Tıpkı doksan yıllık hayatının yetmiş yılını resim çizmeye adayan ve evrendeki her şeyi çizme saplantısına kapılan Hokusai Katsushika gibi. Bir defa daha bakalım resme. Kompozisyon olarak önde büyük bir dalga, üç adet gemi ve arka planda görünen Fuji Dağı ana öğeler. Sol üst köşede sanatçının imzası. Kaynaklara göre gemiler balık taşıma gemileri, her bir gemide sekiz kürekçi, üç gemide ikişer yolcu, toplamda otuz kişi. Şimdi bir de görelim resmi. Bakmak ve görmek aynı şey değildi hani. Görürsek; büyük dalga ve fırtınaya rağmen hava aydınlık, renkler canlı. Fuji’nin zirvesi karla kaplı olmasına rağmen güneş resmi aydınlatmakta. Bu dağın Japon kültüründe kutsal olduğu bilinip, güzelliğin sembolü olarak sayılmakta. Birkaç rivayete göre de dalgalar tsunamiyi anlatmakta. Basit görünen bu eser; aslında okyanusun gücünü ustalaştırmakta. Resmin solundaki büyük dalganın altında var olan küçük dalda da aslında karla kaplı Fuji Dağı’nın bir başka görünümü. Unutmadan, dünyanın en tanınmış eserlerinden biri olan baskı görüntü. Orijinal tahta baskı. Edo döneminde ressam bu teknik ile ünlendi. Eseri her yerde sergilendi. Metropolitan Müzesi’nde, British Müzesi’nde, Şikago Sanat Enstitüsü’nde ve nicelerinde… Şimdi yine gelelim bakmak ve görmek konulu vurgumuza. Kanagawa’nın büyük dalgaları sadece bir örnek bu konuda. Şiirlere, şairlere, bestecilere ilham kaynağı olsa da bakınca. Tahta baskılı bir resim görmeyi unutunca. Görmek neden mi zor? İnsan her şeyi bildiğini sanınca. Çünkü; bakmak çaba istemez, asırlar boyunca. Görmek için öğrenmek gerekir, fütursuzca. Araştırmak, belki bitmeyen açlıkla yıllarca. Bir amaca sahip olmak, donanmak, istek ve arzuyla. Bağ kurmak edinilmiş bilinçaltıyla. Bağlamak gönül gözünü de bakışlarına. Art niyeti yakmak dumanıyla. Mutabakat aranmamalı, gördüğümüzü zannettiğimiz şey ile baktığımız arasında. Bu sihrin en katışıksız olanı çocuk bakışlarında. Saflık var doğasında. Kimi zaman aykırı diye yaftaladığımız siyahı beyaz gören insansa. Derine inersen algı geniş bir limanda. Son defa daha inceleyelim görüntüyü. Şimdilik öğrendik hikayesini. İşledik beynimize bakmak ve görmenin çehresini. Yetinmedik belki de biz de anlamlar ekledik yeniden resme. Veyahut bundan sonra bakmak yerine görmeye niyetlensek de. Okumayı, öğrenmeyi, yargılamamayı, anlama inmeyi, gönül gözünü az ya da çok harmanlasak da. Satırları bitirirken manaya mana katsak da. Kulak verelim daha fazlası için Mevlana’ya: “Bakmakla görmek arasındaki fark nedir?” diye sormuşlar üstada. “Senin baktığına herkes bakıyor ama ya görebildiğini herkes görebiliyor mu? Aralarındaki tek fark sensin.” diye cevaplamış tüm ihtişamıyla. Öyleyse; neye baktığın değilse de neyi gördüğün sadece senin. Sor kendine; Şahitlik mi, derinlik mi seçimin? Durma okyanusun gücüne in!