Lavinya Dergisi

BİR KIRIK AYNA HİKAYESİ
Nurten K. TOSUN

Rakamlardan öykülere yolculuk. Kalem, kağıt, düş ve pamuk şeker eşliğinde...

 

Müzeyyen. Koca gözlü, kalem kaşlı, işveli Müzeyyen... Her günki gibi aynı saatte uyandı. Dakika şaşmazdı. Saten sabahlığını ve tüylü beyaz terliklerini giyindi. Kırık aynasında suretine baktı. Saçını ve sabahlığını düzeltti. Aynaları çok seviyordu. Hele kırık da olsa bu beyaz aynayı. Çünkü Haydar'ın hediyesiydi. 'Kara gözlüm bak güzelliğine ' demişti eve getirdiğinde. Müzeyyen, kedisi Rastık ile sohbete daldı önce. Oyalandığını fark etmiş olacak ki mutfağa gitti telaşla sonra. Karnı acıkmıştı. Çift sarılı yumurtasını son zamanlarda azalttığı tereyağına kırdı. Cızz dedi sapı kopmuş tava. Kırmızı ojeli, hayat çizgileri belirmiş sağ eli ile tuttu tavaya. Parmağında bir sıcaklık hissetti. Canı yandı. Yeni bir tava almak lazımdı. Düşündü. Emekli maaşı yatınca bu ay bütçe ayırmalıydı. Zira evde birçok eşya eskimiş ya da sapı kopmuştu. Ojesi de bitmek üzereydi. Haydar döndüğünde ev ve eşyalar konforlu Müzeyyen bakımlı olmalıydı. Sapı olmayan tavadan, boyasız kadından Haydar'ı hoşlanmazdı. Sadece bir dilim ekmek yedi yumurtanın yanında, bir parçada beyaz yağsız peynir. Formuna dikkat ediyordu. Güzel olmalıydı. Hep güzel...
Orta şekerli Türk kahvesini aldı eline. İstanbul'un o dar, kalabalık sokaklarından birinde oturuyordu, babadan kalma eski evinde. Şükür ki balkonu vardı. Küçük de olsa yetiyordu. Bakkal, berber, tuhafiye, alt komşu, üst komşu derken, bir de saksıları ve çiçekleri. Gün geçiyordu işte. Haydar gelinceye kadar böyleydi. Haydar gelince O'nunla ilgilenecekti. Ee düğün telaşı olacaktı. Gelinliği çoktan hazırdı. Uzun bir kuyruğu vardı, dantelli. Kuğu gibi olacaktı. Kırık aynasında her gün giyinerek bakıyordu saatlerce beyaz düşüne. Sağa dönüyordu, sola. Sonra dans provası yapıyordu. Ayna dostuydu. Haydar da bu aynaya bakıp hazırlanırdı. Ah dağ gibi adamdı. Müzeyyen az yiyordu yıllardır. O gelinliğe girmeliydi. Kilo alırsa Haydar kızardı. Çok para kazanıp dönecekti. Öyle demişti. Aslında Müzeyyen para pul istemiyordu. Ama o kadar seviyordu ki Haydar'ı ne dese 'olur' diyordu. Başka kimi vardı ki? En azından yılda iki defa kart atıyordu Almanya’dan. O da özlüyordu Müzeyyen'i. Biliyordu. Şu kapıcı Bilal'e ne kızmıştı ama geçen gün. Artık sütünü, gazetesini, ekmeğini kendi inip alıyordu bakkaldan. Boşboğazdı Bilal Efendi. Neymiş. Haydar Abi dönmeyecekmiş. Gitmişmiş. Yazıkmış. Boşa bekliyormuş. Dönecek adam şimdiye gelirmiş. İki kartla oyalanıyormuş. Hayır, O nerden bilecekti. Bir de abla diyordu Müzeyyen'e. Ne ablası! Genç bir hanım sayılırdı daha. Aklına geldikçe o sahneler hırslanıyordu. Yine iki yudumda içmişti kahvesini. Sonraki adımıysa yatak odasıydı daima. Önce gelinliğiyle aynasını ziyaret ediyordu. Konuşuyordu. Fikir alıyordu. Bu defa ki tespitlerinde kararlıydı. Yürürken kısa adımlar atmalıydı. Böylece yırtmacı çok açılmazdı. Kıskançtı Haydar. Evet evet. Şimdi gelinliği çıkarmalıydı. Pazara gitmeliydi. Taze öte beri almalıydı. Her hafta yaptığı gibi, zeytinyağlılar yapmalıydı. Ya Haydar aniden gelirse. Ne koyacak önüne adamın. Almanya’da nasıl da aç kalmıştır. Emindi Müzeyyen. Bir başınaydı Haydar, kadın eli değmiyordu ki mutfağına. Barbunya yapmalı, yanına humus, zeytinyağlı sarma. Bir de küçük rakıda bulundurmalıydı. Hızlıca hazırlandı. Topuklu papuçları, döpiyesi, tül çorabı, olmuştu işte. Son bir dokunuş rujunu sürmek için yaklaştı kırık aynasına, elleri son zamanlarda bir hayli titriyordu, heyecandan olsa gerek. Haydar dönecekse, hissediyorum demek diyordu. Ruju da attı minik çantasına, aynasında yine Haydar'ı görmüş olacak ki öptü kırık camından. Sevdi usulca, yürüdü semt pazarına...