Gezegenler,
kara delik, uydu, nebula. O'nun dünyasıydı. Keşfedilmemiş gezegenleri keşfetmek
istiyordu. Hayalperestti. Yıldızları seviyordu. En az onu sevdiğim kadardı,
kutup yıldızına olan sevgisi. Teleskopuyla geceye bakarken, gözlerime
baktığından daha derindi gözbebekleri. Ya da yine kuruntu yapıyordum. Ben iki
kişilik dünya istiyordum. O dünyadan beş yüz yetmiş ışık yılı uzaklıktaki
bilinmeyeni. Her gün yeni şeyler anlatıyordu. Ben de öğreniyordum. 'Biliyor
musun? Pembe renkli gezegen var. Ama benim ilgimi en çok cam yağmurlarına ev
sahipliği yapanı çekiyor' diyordu. O anlattıkça ben de düşünüyordum.
Olabilir miydi? Olabilirdi. Pembe, cam yağmuru... Lakin düşünsem de benim
ilgimin odağı sadece gülüşüydü. Elbet O'da sıkılacaktı gezegenlerden. Dünyaya
ve bana dönecekti. Sevecekti. Bir gün pusulasını bana yöneltecekti. Çünkü ben
hep oradaydım. Göremediği gezegenler gibi uzak değil, yanı başındaydım.
Dokunamadığı kara parçaları gibi soğuk değil, ellerim sıcacıktı. Kutup yıldızı
kadar parlak değildim ve daima kuzeyi göstermiyordum belki. Yine de o
baktığında parlıyordu her yanım. Ve nereye isterse giderdim o yöne, sualsiz.
Zaman
geçiyordu. Ben de içimden gelmese bile öğreniyordum: galaksiyi, yıldızları, gezegenleri… O seviyordu. O'nun
sevdiği her şeyi seversem iki kişilik dünyamızı daha çabuk kurabileceğim gibi
bir kanıya kapılmıştım. Laf aramızda en çok çoban yıldızını seviyordum. Kendi
ekseni etrafında, güneş sistemindeki diğer tüm gezegenlerin aksi ikametinde
döndüğü için olabilirdi, bu sevgim. Bunu O’na da anlattım. İlk defa daha içten
tuttu ellerimi. Ayak uydurduğum içindi dünyasına bu sıcaklık. Ya da bir defa
daha kuruntu yapıyordum. O öyle diyordu. Kuruntuluydum...
Zaman yine
geçiyordu. O'nun gezegenleri dönüyordu. Adını Yunan ya da Roma mitolojisinden
almayan tek gezegen, benim gezegenim olan Dünya’da dönüyordu. O farkında
değildi. Çünkü yıldızları ışıldıyordu. Sonra Güneş geliyordu bütün ihtişamıyla,
yeniler, yineler, gece, gündüz... Mutluydu. Mutsuzdum. Olduğum yerde
sayıyordum. Ne yaparsam yapayım bir adım öteye gidemiyordum. Sevmiyordu. Mavi
saplı teleskopu ile tüm galaksiyi gören O, beni göremiyordu.
Zaman daha
hızlı geçiyordu. Kulaklarımda susmayan bir fısıltı 'veda etmelisin, veda
etmelisin, veda etmelisin' diyordu. Fısıltı haklıydı. Aksi halde bir meteor
gibi kendi dünyama çarpıp yok olacaktım. O gece tüm cesaretimi topladım. Kutup
yıldızına uzun uzun baktım. O'nun dediği kadar parlaktı. Canım çok yanıyordu.
Son bir ihtimal var mıydı? Düşündüm. Yoktu. Işıltısıyla yarışamayacaktım.
Göğsüm sıkıştı. Boğazım düğümlendi. Bir damla yaş eşlik etti sesime. Ve seslendim,
beni duydu mu? Bilmiyordum. Artık kelimelerin de bir önemi yoktu. Yenilmiştim.
Yorulmuştum. Dedim ki:
'Bir gün,
sabit durmaktan vazgeçip kayarsan, O seni izlerken yap olur mu? Belki içinden
dilek tutmak gelir. Bu defa gerçekten beni diler. Olur ya. Yine, yeniden
gelirim.'