Zaman. Her şeyin
ilacı dediğimiz, biraz geçse düzelir diye beklediğimiz en büyük şifacımız.
Zaman öyle bir
girdap ki ona bıraktığımız, ona kapıldığımız an ya yolumuzu buluyoruz ya da
geri dönüşü olmayan bir boşluğa düşüyoruz.
Bizi bazen
iyileştiriyor bazen daha çok yaralıyor.
Sabahına
varamayacak gibi sancılı geçen gecelerimiz oluyor bazen. Ama zamanın şefkatli
kollarına bırakıyoruz kendimizi ve bir bakmışız geçiyor sızımız.
Bazen dayanılmaz
ayrılıklar yaşatıyor bize. Bizden aldıklarıyla, geri getirmedikleriyle sınıyor.
Saat hiç vuslatı göstermiyor.
Eşyalarımızı,
evlerimizi eskittiği gibi kalbimizi de eskitebiliyor. En kötüsü çocukluğumuzu,
masumiyetimizi alıyor bizden. En sevdiğimiz oyuncağımızı kırıyor. Rengarenk
olan uçurtmamızı elimizden alıyor. Sonsuz göklere doğru uçuruyor.
Bazen bir kuşun
kanat çırpışı kadar hızlı, bazen de akşam trafiğinde sıkışıp kalmış bir otobüs
gibi ağır ağır ilerliyor.
Bize yol
gösteriyor, gerçekleri öğretiyor. İnsanları öğretiyor. Ancak zaman geçtikçe
farkına varıyoruz iyinin ve kötünün. Daha
el kadar bir çocukken bile evvel zamanlardan masallar dinliyoruz.
Cümlelerimizi keşke
ile kurmaya başlamışsak zamanın kıymetini de anlamaya başlamışız demektir. Ellerimizden
bir sabun gibi kayıp gidiyorsa günler eğer, her anımızı bir sandığa kilitleme
ihtiyacı duyarız. Zamanı durdurmak istediğimiz anlara giden makinalar icat
edilsin isteriz. Ya da hatırlamak istemediğimiz anıları unutabilmek için upuzun
bir uyku uyumak…
Hepimiz bir şeyleri
karşılamak ya da bir şeyleri yolcu etmek için kapısındayız zamanın. Ömür
takvimimizden koparıyoruz mazinin sayfalarını. Zamanın nasıl geçtiğini ise
belki de son gerçek gülümsememizi hapsettiğimiz tozlu fotoğraflardan anlıyoruz.