Ait olmadığımı hissettiğim
zamanlarda yıldırım hızıyla içime düşen 'hadi kalk git buradan' duygusunu asla
bastıramıyorum. En derin çocukluk anılarımda bile hep ellerimden tuttu asla
bırakmadı.
Çocukken gittiğimiz akşam
gezmelerinde her eve gitmek istemezdim. Çiçeklerini rahatça koparabileceğim,
çekinmeden oralet isteyebileceğim, çayın yanına bisküvi koyan evlere gitmek
isterdim hep. Annem hep böyle yapardı belki de o yüzden. Ne de olsa insan
kendini görebildiği yerlere ait hissederdi kendini.
Büyüdükçe evlerden ziyade insanlara
ait hissetmeye başladım. Gözlerinin içinde kendimi görebildiğim, gülümsediğinde
aynı gülüşü, gülüşüne yerleştirebildiğim insanlara mesela. Bu insanların
olmadığı yerlerden kaçmak istedim. Ne sohbet sardı beni, ne de içten olmayan
samimiyetsiz zoraki gülümseyişler. Aynı ortamdayız mesela ama yörüngemiz
farklı, gel gör ki yıldızlar asla birbirini almıyor. Sen sessizce çayını
yudumlayıp ne zaman geçer ki zaman diye tahammül süreni artırmaya çalışırken,
iç sesin bağırmaya başlıyor “hadi kalk gidelim.”
Yediğimiz yemekler de aidiyet
bazen, içtiğimiz çay, hattına fal kapattığımız kahveler, yanında eksik yanımıza
tam olan insanlar da ait olduğumuz yerlerde, ait olduğumuz insanlarla olmalı
hep. Aksi takdirde köşede sessizce çay yudumlamalı, ait olmaya çalışmamalı.