Lavinya Dergisi
TAÇSIZ KRALTaç giymek var mı sizin kaderinizde? Kral olmak ya da kraliçe? Beden diliniz neyi anlatır halkınıza? Halk dediysek; bakkal, simitçi, yan komşu, sırdaş, kahve içtiğin veya iş yerindeki mesai arkadaşı… İşte öyle genel bir tabirle. Kendinizi nasıl sunarsınız dev bir kapıdan girişte? Ben! Ben! Ben! ile başlayan çeşitli cümlelerle. Hangi sıfatları dolarsınız dilinize? Eklersiniz tanıtım bülteninize? Yâr olmak, yâren olmak, zengin olmak, ebeveyn olmak, meslek sahibi olmak; mak, mek ile biten o çeşitli kelimelerle. Dük, düşes, prenses, prens, soylu… Ne çok bakmışsınızdır soy hanenize! Kim saklamıştır “mutlu olmak” deyimini soruların içine? Peki, âşık oldunuz mu öpünce değişen o masal kurbağasına? Veyahut Rapunzel’e? Sizi kaygılandıran şeyin efendiniz olduğunu bildiniz mi tüm inkârcılığınızla? Bitmeyen öfkenizle? Kaba olmanın duruşunuzu o istediğiniz kişi yapmayacağını keşfettiğiniz halde! Hala bir sarayın hayalinde. Belki de bir şato, eşsiz şekerden kulübe… Taht, baht gibi ihtiraslı sözcüklerin pençesinde. Ah şu soytarılar hikâyenin her karesinde. Onları görmek için imparatorluklara ihtiyaç yok sadece! Gözü açık uyumak çokta kolay değil bence. İbiksiz horoz, yelesiz aslan, taçsız kral... Olmaz ki terazinin kefesinde. Bir de yorgun düştüğünde, tökezlediğinde, etrafındaki kalabalıkta kendini kral ilan eden edene! Ne kadar doğru “Kral çalarsa, tebaa oynar.” söylemi de. Komutanlarınızı nasıl seçerdiniz düşününce ince ince? Dost, arkadaş, akraba… Kimde ne kadarsınız? Ya da sizde kim nerde? Kral olmasaydınız da severler miydi sizi öylece? Düşünce, altınlar suyunu çekince. Merhamet gücün neresinde? İyisi mi sen gel geç aynanın önüne. Tacın var, yok, düşünme! İsteme! Yaşam; “Saygı ve zarafetin eşiğinde.” Kendine dön, kendini sev. Diğerlerinin seni nasıl gördüğünün anahtarı yine sende. Dik yürü, gülümse, gizem saklı beden dilinde…