Lavinya Dergisi

BULUŞMA
Gülşah DEMİRCİ

“Susup içime döktüğüm cümlelere boğazımdan geçiş yok Parmak uçlarımla konuşuyorum, duyuyor musun?”

Elimi öylece bırakıverdiğim masanın üzerinde bir aydınlanma oldu o gece. Yelkovan akrebi on ikinin üzerinde yakalamıştı, bilinen masallara inat bal kabağına dönüşüvermedi araba ya da külkedisine dönmedi prenses. Her şey yerli yerindeydi, görünen hiçbir değişiklik yoktu, saniyeler öncesinde takvimdeki sayının ve akabinde yaş hanemdeki sayının değişmesi dışında. Bir aydınlanma oldu demiştim ya, kelimelerin kâğıda dökülmesini beklediğim işte o an sanki avucumun içinden bir yıldız kaymıştı. “Şimdi dilek dilemeli miydim?” Zihnimde çakan soru işaretinin ardından istemsiz elimi kıpırdattım. El çizgilerim birbirinin üzerine biniyor, küçülüp büyüyor, daha önce şahit olmadığım bir göz yanılsaması yaşatıyordu bana. Kıpırdama sırası gözlerime geçmişti. Bir göz kırpımı esnasında- o minicik, ufacık anda- avucumun içinden çıkıverdi küçüklüğüm. Masanın üzerinde, yorgun avucumun hemen yanında parmak çocuk gibi dikiliyordu işte. Yüzümdeki şaşkınlık belirtisi ile sihirli bir anın ortasında kalakalmıştım. Çocuksu sesiyle “İlham perisi bekleme boşuna, bu sefer ben geldim. Zamanın dolambaçlı yollarını aşarak, takvimlerin kopan yapraklarını toplayarak, akıp giden dakikaları tek tek biriktirerek, bugünkü sana geldim. Beni kucaklamayacak mısın?” Üzerimdeki şaşkınlığı atmam biraz zaman alsa da pek düşünmeden hemen çocukluğumun dediğini yapmaya koyuldum. Önümde duran bu parmak çocuğu nasıl kucaklayacağıma dair küçük bir tereddüt anından sonra işaret parmağımı ona doladım. Kendine has, aşağıya doğru çekik gözleri hemen kapanıp bir çizgi oluverdi, yüzüne sıcacık bir tebessüm oturuverdi. Bu sahne karşısında “oldum olası şefkate tav oldum” diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Ne de olsa çocukluğun izleri bir şekilde kalıyordu yetişkin hafızamızda. Aramızda beliren sessizliği bozan yine onun çocuksu sesi oldu. “Nasılsın?” “İyiyim” diyordum ki beni bu sefer daha başka bir vurgu yüklediği sesiyle böldü. “Nasılsın? Gerçekten nasılsın?” O çocuk gözleriyle beni sorgulayan yüzüne bakakaldım. Sesim içime kaçmıştı, havaya karışan sadece kesik kesik yayılan nefesimdi. Ne diyeceğimi bilemediğim her hâlimden belliydi. Sustum, sadece sustum… “İnsanın el çizgileri yorulur mu?” dedi. “Büyüyünce yorulurmuş” diye ekledi. “Göz kenarları acır mı? Dudaklarının kenarı yıpranır mı? Ya parça parça edilmesine rağmen atan kalbi? Peki ruhu sızlar mı? Sevdiği yerden bıçaklanıyor insan, anlaşılmadığı yerden kanıyor, can dedikleriyle canı yanıyor, özlemleriyle ölüp ölüp diriliyor. Düşüyor insan… Yaz mevsimine rağmen üşüyor… Çocukken kanayan diz yaralarının yerini iyileşmek bilmeyen dil yaraları alıyor. Büyüdükçe küçülüyor insan, küçültülüyor. Sen küçülme, küçültme umutlarını, tutun düşlerine, bir kuş gibi uç göklerde, bir balık gibi yüz sevgi denizinde. Sen kalp çocuğuydun, kalbine küsme! Kalbin hassasiyetini bilmeyene de kalbini emanet etme! İnancı kendine merhem eyle! İyileşirsin elbet! Doğum günün kutlu olsun!” Avucumun içine bir öpücük kondurdu ve kocaman bir gülücükle “Öpersem geçer” dedi. Nemli bakışlarım eşliğinde yüzümde çiçeklenen tebessümle baktım ona! Kim olduğumu hatırlattı bana geçmişimden gelen parmak çocuk! Gurur duydum! Bugünkü olduğum kadınla, çocukluğumu avucumun içinde buluşturdum. Böylesine bir buluşmayla bir yaş daha aldım. O geceyle birlikte avucumu alıp kalbimin üzerine koydum. Tüm yorgunluklara, tüm kırgınlıklara, tüm yaralara rağmen kendimi öptüğüm yerden iyileşiyorum! Not: Yorgun el çizgilerime, acıyan göz kenarlarıma, yıpranan dudak kenarlarıma, parça parça edilen kalbime, sızlayan ruhuma gelsin o öpücük… Kurbağa, prense dönüşmez belki ama daha önce dillendirilmemiş, yeni bir masal yazılabilir! https://www.youtube.com/watch?v=mcdO9UP0hp8