Lavinya Dergisi

SÜREKLİ BİR ŞEYLERİ BAŞARMAK ZORUNDA MIYIM? - DEĞERSİZLİKLE GELEN HIZ
Başak TOHUMCU

İnsanın iç dünyasını anlamak psikolojinin bilimsel misyonudur; o dünyayı ifade edilebilir kılmak ise yazının anlatı gücüdür.

   Bazı insanlar için yaşam, sürekli bir maraton gibi devam eder. Bir bitiş çizgisine varır varmaz diğer hedef için yeniden yola çıkarlar. Hatta bazen bir işi tamamlamadan diğerine başlar, kimi zaman da biten her proje yerini daha büyük ve daha iddialı bir hedefe bırakır. Kısa molalar yalnızca yeni bir performansın başlaması için kullanılır; dinlenme ise neredeyse sürekli belirsiz bir zamana ertelenir. Günlük yaşamın temel gereksinimleri olan uyku, düzenli beslenme ve hatta bir bardak su içmek gibi fizyolojik ihtiyaçlar çoğu zaman ‘biraz daha bekleyebilir’ listesine alınarak yola devam edilir. Dışarıdan bakıldığında bu durum, güçlü bir motivasyon ve disiplinli bir çalışma olarak algılanabilir. Fakat bunun bir de perde arkası vardır. Arka planda işleyen asıl dinamik, çoğu zaman sessiz ama derin bir değersizlik duygusuna işaret eder.

   Alman filozof ve Prof. Dr. Wilhelm Wundt’un deneysel psikolojiyi sistemleştirdiği dönemde, insan davranışlarının yalnızca dışsal uyaranlara bağlı olmadığını; bireyin içsel inanç ve varsayımlarına da dayandığını öne sürmesi dikkat çekicidir. Buradaki önemli nokta, ‘başarma zorunluluğu’ inancının zamanla kişinin ancak üretken olduğu ve somut bir şeyler ortaya çıkardığı sürece değerli ve önemli olacağına dair zihinsel ve duygusal bir şemaya dönüşmesidir. Bu şema ise kronikleşen bir hız, bitmeyen görevler, sürekli devam eden işler ve durmaksızın belirlenen yeni hedefler şeklinde karşımıza çıkar.

   1937’de Karen Horney, değersizliği bireyin kendi varoluşunu yeterli görmemesi ve sevgiyi ile onayı hak etmek için sürekli çaba harcaması olarak açıklamıştır. Birey sınırlarının ötesinde bir performansa zorlandıkça, bu çaba zamanla hem bedensel hem de ruhsal sağlığına zarar veren bir döngüye dönüşür. 1991’de Hewitt ve Flett’in geliştirdiği çok boyutlu mükemmeliyetçilik modeline bakıldığında, sürekli çalışan kişilerde hem kendine hem de başkalarına yönelik yüksek beklentilerin bulunduğu görülmektedir. Bu beklentiler karşılanmadığında ise suçluluk, yetersizlik ve değersizlik duyguları açığa çıkar. 2021’de Harvard Business Review’da yayımlanan ve 12 ülkeyi kapsayan geniş ölçekli bir araştırmada, ‘yüksek potansiyel’ olarak tanımlanan çalışanların %68’inin yılda en az iki kez tükenmişlik belirtileri yaşadığı sonucuna varılmıştır. Araştırma, bu durumun en önemli tetikleyicisinin sürekli performans gösterme zorunluluğu olduğunu ortaya koymuştur.

   Sürekli başarma zorunluluğu ve isteği, yalnızca bireysel bir alışkanlık ya da karakter özelliğiyle ilgili değildir. Aslında derinlemesine bakıldığında, zamanla oluşan ve psikodinamik kökenleri olan bir davranış örüntüsü olduğu görülür. Psikiyatrist Dr. Alfred Adler (1870–1937), bireysel psikolojinin kurucusu olarak aşağılık duygusu kavramını geliştirmiş ve bunu üstünlük çabası kavramıyla ilişkilendirmiştir. Adler’e göre özellikle çocukluk döneminde yaşanan yetersizlik deneyimleri olarak nitelendiği ebeveynlerin çocuklardan yüksek beklentileri, sık eleştirilme veya kişiler arası kıyaslamalar gibi bireyin iç dünyasında “eksiklik” algısını besleyecek yaşantılar bu sona götürüyor. Sağlıklı sınırlar içinde kaldığında bu eğilim motivasyonu artırıcı bir unsur olabilirken; sınırlar aşıldığında kontrol kaybıyla birlikte birey durmayı bilmez hâle gelir. Her başarı kısa süreli bir rahatlama getirir; ancak yeni hedefin kaygısı bireyi yeniden kuşatarak farkında olmadan tükenmişlik ve ilişkisel kopukluk riskine sürükler.

   Psikanalist Dr. Karen Horney, 1950’de yayımladığı Nevroz ve İnsan Gelişimi: Kendini Gerçekleştirme Mücadelesi adlı eserinde, sevginin ve kabulün koşullu verildiği ortamlarda bireyin değersizlik ve yetersizlik hislerinin köklendiğini savunur. Çocuk sevgiyi ve kabul edilmeyi yalnızca belirli bir davranış ya da başarı sonucunda deneyimliyorsa, zihninde ‘Başarılı olduğum için değerliyim’ şeması oluşmaya başlar. Bu şema, yaş ilerledikçe bireyin zihninde daha da pekişir. Psikolog Assor, Roth ve Deci’nin (2004) yürüttüğü araştırmalar, koşullu kabulün hâkim olduğu ortamlarda yetişen çocukların yetişkinlik döneminde kırılgan bir kendilik değeri geliştirdiklerini ve başarı odaklı bir özsaygı yapısı sergilediklerini ortaya koymuştur. Bu nedenle birey, başarısızlığı sürekli bir tehdit olarak algıladığı için durmaksızın üretmeyi ve hedeflerine ulaşmayı, kendi varlığını kanıtlamanın bir yolu olarak görmeye başlar.

   İnsancıl psikolojinin öncülerinden Psikolog Dr. Carl Rogers’ın 1951’de geliştirdiği “koşulsuz olumlu kabul” kavramı, bu döngüye köklü bir karşıtlık sunar. Rogers’a göre, bireyin olduğu gibi kabul edilmesi ve değer görmesi temel bir psikolojik gereksinimdir. Koşulsuz kabul gören bireyler, değerlerini performanslarına endekslemeden ve herhangi bir kıyaslamaya maruz kalmadan içsel bir güven geliştirebilir. Bunun temelinde “koşulsuz olumlu kabul” anlayışı yatar. Tam tersi bir ortamda yetişen bireylerde ise “yapmak ve başarmak” üzerinden varlıklarını kanıtlama eğilimi ortaya çıkar. Bu eğilim, “değersizlikle gelen hız” fenomeninin en kritik psikolojik kökenlerinden biri olarak değerlendirilebilir.
Sosyal psikolojinin önemli isimlerinden Psikolog Dr. Leon Festinger’in 1957’de geliştirdiği bilişsel çelişki teorisi, bireyin inançları ile davranışları arasındaki dengeyi koruyamadığında psikolojik bir rahatsızlık hissetmesine odaklanır. “Başarmalıyım/Başarılı olmalıyım.” şeması ile “Dinlenmeye ihtiyacım var.” düşüncesi arasındaki çatışma, yoğun bir içsel gerginliği ortaya çıkarır. Bu gerginlik yalnızca psikolojik düzeyde değil, aynı zamanda biyolojik düzeyde de kendini gösterir; kronik stres hormonlarının (özellikle kortizol) artışı bağışıklık sistemini zayıflatır, uyku kalitesini bozar ve uzun vadede tükenmişlik sendromuna zemin hazırlar.

   Klinik psikoloji alanında çalışan Psikolog Dr. Paul Hewitt ve Psikolog Dr. Gordon Flett’in 1991’de geliştirdiği çok boyutlu mükemmeliyetçilik modeli, mükemmeliyetçiliği hem içsel (kendine yönelik yüksek standartlar) hem de dışsal (başkalarının beklentilerini karşılama çabası) boyutlarıyla birlikte geniş kapsamda ele alır. Değersizlik duygusu yoğun olan bireyler çoğu zaman bu iki boyutla da karşı karşıya kalır. Bir iş tamamlanmadan yenisine başlanması, çoğunlukla ‘yeterince iyi olamama’ kaygısını bastırmanın bir yolu olarak işlev görür. DSM-5: Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nda mükemmeliyetçilik doğrudan bir tanı ölçütü olarak yer almasa da, Obsesif-Kompulsif Kişilik Bozukluğu (OKKB) tanı ölçütleri arasında ‘esnek olamama, aşırı düzen ve kontrol ihtiyacı’ ile birlikte değerlendirilir. Bu ölçütler, değersizlik ve başarma zorunluluğunun klinik boyutlarını anlamak açısından önemli bir gösterge niteliğindedir.

   Bu beş kuram ve modelin ortak noktasına bakıldığında, sürekli başarma isteğinin yalnızca bireyin bilinçli olarak koyduğu hedeflerden değil; erken dönemde şekillenen bağlanma biçimlerinden, değer algısından, bilişsel uyumsuzluk süreçlerinden ve mükemmeliyetçilik eğilimlerinden de etkilendiği görülür. Bu perspektiften hareketle, sürekli başarma isteği bir tercih ya da disiplin olmanın ötesinde, erken dönemde öğrenilmiş, bilişsel düzeyde pekiştirilmiş ve kimlik oluşumunu olumsuz yönde etkilemiş bir varoluş stratejisi olarak değerlendirilmelidir. Kişi, durduğunda yalnızca üretkenliğini değil, kendi değerini de kaybedeceğine inanır; bu inanç ise onu yavaşlamaktan çok hızlanmaya zorlayan bir içsel dinamik haline gelir.

   Travma, yalnızca olumsuz yaşantıların bıraktığı geçici bir sarsıntı değil; bireyin benlik algısını, ilişkilerini ve yaşam boyu süren davranış örüntülerini etkileyebilen derin bir deneyimdir. Çocukluk döneminde yaşanan olumsuz duygusal deneyimler ve aile içi dinamikler, bireyin değer algısının ve başarma stratejilerinin nasıl şekilleneceğinde kritik bir rol oynar. Travmanın bu kökenlerini anlamak, yalnızca ruhsal bozuklukların değil; aynı zamanda günlük yaşamda gözlemlenen “sürekli başarma isteği” gibi davranış kalıplarının da açıklanmasında temel bir anahtar niteliğindedir. Travma ve psikopatoloji üzerine yapılan araştırmalar, çocukluk döneminde eleştirel ebeveyn tutumlarının, duygusal ihmalin, kapasitenin üzerinde sorumluluk yüklenmesinin ve yüksek beklentilerin bu süreci aile ortamında şekillendiren faktörler olarak ele alındığını göstermektedir. Psikolog Dr. Gordon Flett ve Psikolog Dr. Paul Hewitt’in 2002 yılında yürüttükleri çalışmalar da, çocukluk dönemindeki ailevi deneyimlerin bireylerde değersizlik duygusunu pekiştirerek mükemmeliyetçilik eğilimlerini artırdığını ortaya koymuştur. 

   Bu tabloyu daha karmaşık hâle getiren bir diğer unsur, travma sonrası gelişim süreçleridir. Psikolog Dr. Richard Tedeschi ve Psikolog Dr. Lawrence Calhoun’un 2004 yılında post-travmatik büyüme üzerine yaptıkları araştırmalar, bazı bireylerin büyük bir kayıp, hastalık veya kriz sonrasındaki süreçte olağanüstü düzeyde üretkenlik sergilediklerini ve hedeflerin dışında başka bir şeye odaklanmadıklarını ortaya koymuştur. Bu durum başlangıçta psikolojik iyileşmenin bir göstergesi gibi görünebilir. Ancak klinik gözlemler, söz konusu olağanüstü üretkenliğin çoğu zaman iyileşmeden çok, duygusal kaçınmanın bir yolu olduğunu göstermektedir. Birey, yasını, öfkesini ya da kırılganlığını deneyimlemek yerine “aşırı meşguliyet” ile bu duyguların yüzeye çıkmasını engeller. Zamanla ertelenmiş olan bu duygular ise daha yoğun ve sarsıcı biçimde geri döner.

   Nörobiyolojik düzeyde ise travma, beynin amigdala (tehdit algısı), prefrontal korteks (karar verme mekanizması) ve hipokampus (hafıza) bölgeleri arasındaki dengeyi olumsuz düzeyde etkileyebilir. Bu durum, kişi durduğunda huzursuzluk hissine kapılmasına, “Daha çok ve iyi yapmalıyım.” dürtüsünün ise biyolojik bir alarm sistemi gibi tetiklenmesine yol açar. Uzun vadede bu durum, kronik kortizol yüksekliği, uyku bozuklukları, yeme bozuklukları, bağışıklık sistemi zayıflaması ve tükenmişlik sendromu riskini artırır.

   Sonuç olarak ‘değersizlikle gelen hız’, yalnızca psikodinamik dinamiklerin değil; aynı zamanda erken bağlanma deneyimlerinin, travma sonrası geliştirilmiş başa çıkma yollarının ve biyolojik stres tepkilerinin birleşiminden doğar. Bu nedenle müdahale sürecinde yalnızca davranışsal yöntemlere odaklanmak yeterli değildir; travmanın hem duygusal hem de bedensel izlerini dikkate alan bütüncül bir yaklaşım benimsenmelidir.

   Sürekli başarma zorunluluğu çoğunlukla üç temel psikodinamik unsurdan beslenir. İlk ve en önemli unsur olan mükemmeliyetçilik, bireyin kendine koyduğu standartların yapabileceklerinin çok üzerinde olmasına ve küçük bir hatada dahi sert bir öz eleştiriye yönelmesine neden olur. Bu durum, bir süre sonra hedeflenen başarının ötesine geçerek hatasız olma çabasına dönüşür. İkinci unsur olan koşullu değer algısı, kişinin değerini yalnızca elde ettiği sonuçlar üzerinden tanımlamasına yol açar; birey için başarmak, varlığını ispatlamanın tek yolu haline gelir. Üçüncü unsur ise içsel eleştirmen olup, her molada ya da hedefe ulaşmada yaşanan gecikmelerde ortaya çıkar; “Yetersizsin.” veya “Daha fazlasını yapmak zorundasın.” gibi yargılarla bireyi sürekli bir maratona sürükler. Bu üç unsur birleştiğinde birey yalnızca dışsal hedefleri gerçekleştirmek için değil, aynı zamanda kendi içindeki değersizlik duygusundan kaçmak için de aralıksız üretmeye başlar. Ancak bu üretim, içsel huzur yerine tatminsizlik ve derin bir yorgunluk getirir.

   Bu maraton, aynı zamanda bedensel ihtiyaçların arka plana itilmesine neden olur. Düzenli uyku, sağlıklı beslenme ya da basit bir dinlenme molası gibi fizyolojik gereksinimler, ‘şimdilik bekleyebilir’ listesine alınırken; uyku bozuklukları, öğün atlama alışkanlığı, kronik kas gerginliği ve kortizol düzeylerinin uzun süre yüksek seyretmesi gibi sorunlar kaçınılmaz hale gelir. Uzun vadede kalp-damar hastalıkları, bağışıklık sisteminde zayıflama ve stres hormonlarının yol açtığı metabolik problemler ortaya çıkar. Bedensel etkilerle birlikte sosyal yaşam da bu süreçten olumsuz etkilenir; arkadaş buluşmaları ertelenir, aileyle geçirilen zaman azalır, derin duygusal paylaşımlar yerini kısa ve yüzeysel iletişimlere bırakır. Bu bilinçsiz biçimde gelişen mesafe, zamanla yalnızlık hissini besler ve bireyin dışarıdan ne kadar başarılı görünürse görünsün iç dünyasında izole ve tükenmiş hissetmesine yol açar. Böylece sürekli başarma zorunluluğu, paradoksal bir şekilde kişiyi hayattan uzaklaştıran bir döngüye dönüşür.

   Bu konu, uygulama örneklerinde de açıkça gözlemlenmektedir. Sürekli başarma zorunluluğu ile yaşayan bireylerin çoğu, yoğun bir üretkenlik sergilemelerine rağmen içsel bir tatmin yaşayamadıklarını ifade etmektedir. Bu bireyler başarıya ulaşsalar bile kısa süre içinde yeni hedefler belirleme eğiliminde olduklarından, elde edilen kazanımların değeri tam olarak hissedilmeden başarı gölgede kalmaktadır. Uygulama örneklerinde dikkati çeken bir diğer nokta ise bedensel yorgunluğun duygusal tükenmişlikle iç içe geçmesidir. Özellikle uyku düzensizlikleri, sürekli bilişsel meşguliyet ve sosyal ilişkilerde mesafe yaratma eğilimi, ‘değersizlikle gelen hız’ın sahadaki en somut yansımaları olarak öne çıkmaktadır. Bu durum, literatürde tanımlanan psikodinamik kökenlerin ve biyolojik stres yanıtlarının günlük yaşamda da güçlü bir şekilde karşılık bulduğunu göstermektedir.

   Reklam sektöründe çalışan bir danışanım, yoğun anksiyete yaşaması nedeniyle başvurdu. Alınan bilgilerde, haftada 65–70 saati aşan bir tempoyla çalıştığı, aynı anda üç farklı projeyi yönettiği ve işten arta kalan zamanlarında çevrim içi sertifika programları ile dil eğitimlerine vakit ayırdığı öğrenildi. Görüşmelerde, sürekli gelişmesi gerektiğini, aksi takdirde geride kalacağını düşündüğünü; durmadan çalışmaktan beslendiğini ve en önemli yatırımını çalışma hayatına yaptığını uzun uzun dile getirdi. Çocukluk döneminde anne-baba tutumlarına dair üzerine konuştuğumuz bir aşamada ise aile bireylerinin de benzer şekilde yoğun çalıştıkları ve ebeveynlerin sevgilerini başarıya endeksledikleri görüldü. Başarılı oldukça sevgi ve kabul gören danışan, bu koşullu kabul anlayışıyla büyümüştü. Hayatının çocukluktan itibaren süregelen bu sürekli, yoğun ve hızlı çalışma temposu, terapi sürecinde küçük değişim adımlarıyla yavaşlatıldı. Zamanla anksiyete belirtilerinde belirgin bir azalma gözlendi.

Sürekli bir şeyleri başarmak zorunluluğu, çoğu zaman toplumun “çalışkanlık” etiketiyle ifade edildiği ama özünde değersizlik duygusuyla beslenen bir döngüdür. Bu döngü, hem psikolojik hem de fizyolojik olarak yıpratıcıdır. Birey, durmayı, mola vermeyi öğrenmediği sürece, hayatın sunduğu diğer imkânları fark edemez. Küçük adımlarla yavaşlamak, başarıdan vazgeçmek değil; başarı tanımını kendi akışımıza göre şekillendirmektir.
“İnsanın değeri, ne yaptığıyla değil, kim olduğu ve nasıl hissettiğiyle ölçülür.” 
— Carl Rogers