Lavinya Dergisi

KENDİNDEN TAŞANLAR: DUYULMA ARZUSU MU, SONSUZ BİR MONOLOG MU?
Başak TOHUMCU

İnsanın iç dünyasını anlamak psikolojinin bilimsel misyonudur; o dünyayı ifade edilebilir kılmak ise yazının anlatı gücüdür.

İletişim, insanların düşünce, duygu, deneyim veya bilgilerini çeşitli ögeler aracılığıyla aktardıkları, karşılıklı etkileşimle şekillenen bir anlam üretme sürecidir. Bu süreç sadece sözel bir aktarım süreci değil; jest, mimik ve diğer sözsüz davranışlar, bağlamsal veriler ve karşılıklı etkileşimlere de dayanır. İki yönlü ve anlamlı iletişim, göndericinin ilettiği mesajın alıcı tarafından doğru şekilde algılanması, yerinde yorumlanması ve bağlama uygun bir yanıtlanma sürecinin işlevsel hale gelmesiyle tamamlanır. Bu yönüyle iletişim yalnızca bilgi transferi sağlamakla sınırlı kalmaz; aynı zamanda kişiler arası psikolojik etkileşim, sosyal bağ kurma ve  duygusal yakınlık oluşturma gibi kavramlarla da  ilişkilendirilir. Bu süreçte bireyler hem kendini ifade etme alanı bulur hem de başkasının yaşantısını deneyimleme imkanı elde eder. Böylece iletişim, bireyin toplumsal bağlamdaki konumunu yapılandırmasında veimkân
 kimlik inşasının oluşturulmasında temel araçlarından biri haline gelir ve varoluşsal bir başlangıç olarak da değerlendirilebilir. Doğduğumuz andan itibaren kendimizi ifade etmek için kullandığımız sesler, mimikler ve bedenimizin dış dünya ile kurmaya çalıştığı bağ, zamanla anlamlı kelimelere, cümlelere ve hikâyelere dönüşür. Ancak her iletişim karşılıklı olmayabilir. Bazen birey, anlaşılmak için konuşur fakat sözleri karşısındakine temas etmez; bazen de birey, karşısındaki konuşurken dinliyormuş gibi yaparak kendi zihnindeki anlatıya döner. Bu tür iletişim kopuklukları ve tek yönlü anlatımın biçimleri, bize “monolog” kavramını hatırlatır.
Monolog, etimolojik olarak Yunanca kökenlidir: “monos” (tek) ve “logos” (söz) sözcüklerinden türemiştir. Tek kişilik söz, tek yönlü anlatı, yanıtsız bir ifade akışı, kendinden kendine sesleniş... Bu kavram, çocukluk döneminde oldukça doğal karşılanan bir durum olarak değerlendirilir. Monolog biçimli konuşmalar daha çok çocuklukta, yani 2–7 yaş aralığında görülür. Jean Piaget’nin bilişsel gelişim kuramında 2-7 yaş aralığını kapsayan “işlem öncesi dönem”, çocuklarda sembolik düşünmenin geliştiği, benmerkezci yapıların baskın olduğu ve monolog biçimli konuşmaların diğer dönemlere oranla daha fazla gözlemlendiği bir dönem olarak tanımlanır. Bu dönemin 3–6 yaş aralığı, çocuklarda monolog biçimli konuşmaların en yoğun biçimde gözlemlendiği ve gelişimsel açıdan normal kabul edildiği evre olarak değerlendirilir. Piaget’ye göre bu konuşmalar, çocuğun başkalarının bakış açılarını henüz kavrayamaması ve bilişsel olarak benmerkezci düşünce yapısına sahip olması ile ilişkilidir.  Piaget’nin bu terimi olumsuz yorumladığını düşünmesine karşı, pozitif ve işlevsel bir bakış açısı geliştiren gelişim psikolojisi alanının öncü isimlerinde Lev S. Vygotsky ise, bu olguyu farklı bir bakış açısıyla ele alarak “egosantrik konuşma” kavramını öne sürer. Vygotsky’ye göre çocukların kendi kendine konuşması, yalnızca benmerkezcilikten ibaret değildir; aksine, problem çözme, dikkat ve odak kontrolü ve bilişsel süreçleri düzenleme gibi işlevleri olan içsel düşüncenin dışavurumudur. Egosantrik konuşma; çocuğun sosyal etkileşimle kazandığı dilin, zamanla içsel konuşmaya dönüşerek düşünsel süreçleri yapılandırmasıdır.Bu yönüyle monolog, hem gelişimsel bir özellik hem de bilişsel işleyişin bir parçası olarak değerlendirilebilir.
 Jean Piaget’ye göre çocuklar, dünyayı kendilerinden ibaret sanırlar ve konuşma da bu egosantrik algının dışavurumu olarak ortaya çıkar. Piaget, 1926 yılında 2-7 yaş arası çocuklarla yaptığı çalışmada, çocukların neredeyse %60'ının sosyal ortamlarda dahi kendilerine yönelik konuşmalar yaptıklarını ve başka bir çocuğa sesleniyor gibi görünseler de aslında iç dünyalarıyla konuştuklarını gözlemlemiştir. Çocuklara göre diğerleri sadece bir figürandır ve asıl izleyici kendileridir. 
Ancak mesele şu ki; bu kendi kendine konuşma ne yazık ki bazı bireylerde sadece çocuklukla sınırlı kalmaz. Büyüyen bedenin içinde, gelişmemiş bir anlatı biçimi uzun yıllar yaşamaya devam eder. Yetişkin bireylerde sıkça rastladığımız, her ortamda söz alıp kendi hikâyelerini anlatan, karşısındaki ne söylerse söylesin konuyu yine kendine getiren, söz kesmekten çekinmeyip zihnindekilerini aktaran, durmaksızın ve nefes almadan konuşanlar; devam eden çocukluk monoloğunun birer taşıyıcısı gibidir. Kendine yönelmiş bu bitmeyen anlatı, zamanla ilişkileri tek sesli hâle getirir ve karşı tarafı boğmaya başlar. Monologdan diyaloğa geçmek ise, yalnızca sözü değil, dinlemenin, anlamaya çalışmanın ve söz hakkını paylaşmanın inceliğini taşır.
İnsanın kendini anlatma arzusu, biyolojik temellerin yanı sıra psikolojik bir ihtiyaçtır. 20. yüzyılın en etkili psikoterapistlerinden biri olan Amerikalı klinik psikolog Carl Ransom Rogers, bireyin "koşulsuz kabul" gördüğü ortamlarda kendini daha açık ve dürüst biçimde ifade edebildiğini ifade eder. Carl R. Rogers’a göre anlatmak, bir tür öz-farkındalık yaratır. Bireyler, düşüncelerini ve duygularını ifade ettikçe, içsel yaşantılarına dışarıdan bakma ve yeniden inşa etme fırsatı bulur. Bu aşamada birey, bastırdığı duygularla yüzleşebilir, zamanla karmaşıklaşan içsel deneyimlerini anlamlandırabilir ve kendilik algısını yeniden düzenleyebilir. Carl R. Rogers, bu tür içten gelen anlatıların, doğru yansıtma yapabilecek bir dinleyici eşliğinde gerçekleştiğinde dönüştürücü bir etkiye sahip olduğunu savunur.Ancak bu anlatım, sınırları belirlenmediğinde ve kontrol edilmediğinde karşı tarafı yok sayan bir biçime bürünebilir.
Amerikalı filozof ve psikolog William James, “Bilinç, kendini parçalara ayrılmış bir yapı olarak göstermez. Kesintili değil, akan bir şeydir. Onu en doğal biçimde anlatan metafor, bir ‘ırmak’ ya da ‘akıştır’”diyerek bilincin sürekli akan bir nehir gibi olduğuna vurgu yapar. Bu "bilinç akışı", bireyin zaman zaman kendine dair farkındalığını artırırken; kimi zaman da dış dünyaya karşı bir söz taşkını hâlini alabilir. Birey, içinden geçenleri aktarma ihtiyacı duydukça bu akış dilde dökülür ve hikâyelere dönüşür. Bu akışta yer alan bireyler için anlatmak paylaşımdan ziyade, bir kaçıştır.
Avusturyalı nörolog ve psikanalizin kurucusu Sigmund Freud’a göre dil, bilinçdışının psikolojik dışavurum araçlarından biridir. Freud, sürekli konuşan bireylerdeki dil yoluyla kendini ifade etme biçimi, yüzeyde sıradan bir anlatım gibi görünse de, derinlerde bastırılmış travmatik içeriklerle başa çıkma çabasının bir yansıması olduğunu savunur. Freud, bu tür kesintisiz sözel akışları, nörotik semptomlar biçiminde dil kullanımı olarak değerlendirir; çünkü birey bilinçdışındakileri doğrudan hatırlayamadığında, onu dolaylı yollarla yani kesintisiz konuşma, anlatı döngüleri ya da konu dışı sözlerle ifade etmeye çalışır. Freud’a göre, sürekli konuşmak, bilinçdışını bastırmak için yapılan savunmadır. Anlatı arttıkça, içerik silikleşmeye başlar. Söylenenler çoğalır ama asıl olan görülmez ve duyulmaz. Birey, asıl ihtiyacını kendi anlatısı ile görünmez kılar.
İsviçreli psikiyatr ve analitik psikoloji kuramının kurucusu Carl Gustav Jung ise, sürekli konuşan bireylerin "gölge" arketipiyle baş etmeye çalıştığını söyler. Jung’a göre gölge, bireyin bastırdığı, reddettiği ya da yüzleşmek istemediği benlik yönlerini içerir. Sürekli kendinden bahseden bireyin, gölgesinden kaçmak için kendini yüceltme çabasında olduğunu aktarır. Jung’a göre bu bireyler, ideal benliğe dair ideal bir anlatı üretirler ve bu anlatı aracılığıyla asıl gölgenin varlığını bastırmaya çalışırlar. Jung bireyleşme kuramıyla bireyin  gölgesiyle yüzleşmeden bütünleşemeyeceğine vurgu yapar. Bu bağlamda, bireyin susması; dış dünya ile değil, kendi iç dünyasıyla, özellikle de gölge yönleriyle bağlantı kurması anlamına gelir. Bireyleşme ise, bireyin gölgesiyle yüzleşme cesaretini göstermesiyle, dolaylı yoldan da olsa, iyileşme sürecinin başladığı noktayı temsil eder.
Bazı çocuklar hiç konuşmayarak değil, çok konuşarak büyürler. Aslında bu çocuklar, iç seslerini bastırmak için aşırı konuşmaya tutunur; ancak bu konuşmalar çoğunlukla anlamdan yoksun olur. Çocukluk döneminde bir türlü kurulamayan sağlıklı iletişim, sadece sessizlikle değil, aşırı konuşmayla da kendini gösterebilir. Çocuğun iç dünyası aşırı konuşarak şekillendikçe, sağlıklı bilişsel ve duygusal beceriler kazanılaması zorlaşır. Bu durum ya içe dönmeye ya da kontrolsüz bir sözel akışa dönüşür. Elbette bir bireyin çok konuşuyor olması, gerçek duygu ve düşüncelerini doğru şekilde ifade edebildiği anlamına gelmez. Bu durum zamanla  kalıcı hâle gelir ve yetişkinlik döneminde de kendini gösterir. İşte yetişkinlikteki bu bitmek bilmeyen monologlar, çocuklukta hiç söylenemeyen cümlelerin yansıması olarak değerlendirilebilir. Bir gürültü vardır; ancak anlam çok derinlerde saklıdır.
Psikanalist Karen Horney, bu durumu psikanalitik kuram çerçevesinde ele alır. Horney, bu durumu bireylerin temel kaygılarına karşı geliştirdiği üç başa çıkma yöntemlerinden biri olan “insanlara yönelme” davranış biçimiyle tanımlar.  Horney’e göre, çocukken güvenlikten, koşulsuz sevgi ve kabulden yoksun kalan bireyler, bu boşluğu doldurmak için özellikle yetişkinlikte başkalarının onayına, dikkatine ve desteğine tutunarak yaşamlarına devam ederler. Bu tutunma seçimleri, bazen sürekli konuşarak, kendini tekrar ederken bazen de ilişkisel alanda kesintisiz bir “kendini gösterme çabası”yla yani dikkati üzerine çekme çabasıyla ortaya çıkabilir. Tuhaf bir şekilde, bu çabanın sadece görünür olma ile ilgili olduğunu; amacın ise gerçekten duyulmak ve doğru şekilde anlaşılmak olmadığını söyleyebiliriz. Ancak özüne bakıldığında, bu davranış örüntüsünün altında duyulmamanın bıraktığı bir eksiklik duygusunun yerleşmiş olduğu görülür.Bu sonuçları doğrulayan bilimsel araştırmalar da var. 2016 yılında Harvard Üniversitesi’nde ihmalin duygusal boyutunu ele alarak bu konuda problemler yaşayan bireylerle gerçekleştirilen araştırmada, bu bireylerin yetişkinlikte yüksek düzeyde sözel ifade eğilimi  sergilediği sonucuna ulaşılmıştır. Önemli olan ise bu sözel ifade eğilimlerinin çokluğu ile içsel duygusal içeriklerin görünürlüğü arasında bir uyum olmamasıdır. Yani aşırı konuşma vardır, duygularından da söz eder; fakat bu ifadeler gerçek bir duygusal temasa işaret etmemektedir. Çok şey konuşur, çok az şey paylaşırlar. Bu, duygu ve düşüncelerini doğru bir şekilde ifade edemeyen bir çocukluğun; yetişkinlikte kelimelere sığınarak kurmaya çalıştığı bir savunma mekanizmasıdır. Yetişkinlikte aşırı konuşan ancak duygusal olarak bağlantı kurmakta zorlanan bireylerde bu duruma sıkça rastlanır. Kelimeler cümlelere, cümleler hikâyelere dönüşür; anlatımlar uzar, monologlar sürer... Aslında birey bu anlatılarla, geçmişte duyulamamış, onaylanmamış ve fark edilmemiş çocukluk parçalarını kelimelerle görünür kılmaya çalışmaktadır. Çocukluk döneminde bastırılan ve gelişmesine izin verilmeyen ifade kapasitesi, yaşam boyu bireyin iletişim örüntülerini şekillendirir. 
Sürekli ve aşırı konuşma eğilimi gösteren bireylerde dikkat çeken bir diğer özellik ise, bu ifadelerin çoğu zaman karşıdaki kişiyle kurulan sağlıklı bir etkileşime dayanmamasıdır. Birey, kelimelere tutunarak geçmişte ifade edilememiş parçaları görünür kılmaya çabalarken, karşısındaki kişinin bilişsel ve duygusal kapasitesini, hatta dinleme sınırlarını çoğu zaman fark edemez. Bu tür monolog yapılarında, ara vermeden konuşan bireyler, dinleyenin söze katılımına alan tanımaz; araya girme girişimlerini sıklıkla fark edilmez ya da yok sayar. Özellikle “Ben şunu da yaptım, bunu da gerçekleştirdim” gibi sıralayıcı anlatılar, başarı paylaşımından çok, onaylanma ve görünür olma arzusunun tekrar eden dışavurumları hâline gelir.  Ancak bu durum, iletişimin dinleyici için zamanla zihinsel ve duygusal tükenmişliğe yol açabilir. Literatüre baktığımızda dikkatli ve etkin dinleme süresinin, yetişkin bireylerde ortalama 15 ila 20 dakika arasında sınırlı olduğu, bu süre aşımında bilişsel odaklanmanın azaldığı ve duygusal tepkilerin artmaya başladığı belirtilmektedir. Sağlıklı bir iletişim, yalnızca ifade etme becerisiyle değil, aynı zamanda karşıdakinin duygusal ve bilişsel sınırlarını gözetebilme yetisiyle de mümkündür. 
Sosyal medya platformlarına baktığımız zaman, bireylerin sürekli kendini anlatma ihtiyacını ortaya çıkaran bir yapıyla örüldüğünü görebiliriz. Instagram hikâyeleri, TikTok videoları, X gönderileri, bireyin hayatına dair her detayı anlatabileceği bir dijital monolog alanı haline gelmiştir. Bu platformlarda görünmek, çoğu zaman var olmakla eşdeğer hâle gelmektedir. Bu dijital monologlar, kimi zaman bireyin içsel boşluklarını doldurma çabasının bir yansıması olarak; kimi zaman da görünür olma isteğiyle anlam arayan hikâyeler aracılığıyla platformlarda karşımıza çıkar. Öyle ki, çoğu zaman anlatılanın içeriğinden çok, bireyin neyi göstermek istediği daha önemli bir hâle gelmektedir. Bu sayede bireyler, onay alma ve görünür olma arzusunu sürekli olarak pekiştirir, her bir gönderiyle “ben buradayım” çağrısını yeniler. Ancak bu sürekli kendini gösterme hali, zamanla bir tür dijital tükenmişliğe ya da gerçek bağdan yoksun bir etkileşim sanrısına neden olabilir. Bireyler, ne kadar çok şey paylaştığını zannederse zannetsin; karşılıklı etkileşimden yoksun sosyal medya platformları aracılığıyla gerçek bir duygusal temas kurmak çoğu zaman mümkün değildir. Öte yandan, karşılıklı etkileşimden yoksun olduğu gerçeğini kabul etmeyip sosyal medyada geçirilen süreyi artıran bireylerde, gerçek ilişkilerdeki karşılıklı iletişim dinamiğini yitirme riski çok yüksektir. Bu riskler beraberinde empatik dinleme, duygusal tanıma, karşılık verebilme ve problem çözebilme becerilerinin zayıflamasına yol açar. Bu durum zamanla toplumsal düzeyde iletişimsel mesafelerin artmasına ve ilişkisel bağların zayıflamasına neden olmaktadır. Böylece “birlikte olma hâli”nin yerini, “birbirine bakma hâli” almaktadır. Gerçek bağ kurma ihtiyacı, yerini dikkat çekme stratejilerine terk ederken; iletişim, artık anlaşılmanın değil, görünür olmanın altındaki görünmezliğin ifadesi hâline gelmektedir.
Bu konu, uygulama deneyimlerimde karşılaştığım pek çok terapötik süreçte tekrar eden bir tema olarak öne çıkmaktadır. Özellikle çocuklukta düşünce ve duyguların sistematik bir biçimde bastırıldığı ya da değersizleştirildiği bireylerde, yetişkinlik döneminde belirgin bir şekilde kendini anlatma ile gerçeği ifade edememenin çelişkisine sıkça rastladığımı söyleyebilirim. Bu bireyler, sürecin başlarında genellikle ya duygularını ifade etmekte zorlanır ve içe kapanırlar ya da tam tersine çok konuşurlar; ancak söyledikleriyle hissettikleri arasında bir uyumsuzluk görülür. Bu durum, travmatik çocukluk deneyimlerinin kendini ifade biçimi düzeyinde de kalıcı izler bıraktığını göstermektedir. Bireyler, bastırdıkları düşünce ve duyguları doğrudan ifade edemediklerinde, onları dolaylı, biçimsel ya da kontrolsüz anlatım kalıplarıyla örtmeye çalışırlar. Bu nedenle, özellikle travmaya dayalı terapi süreçlerinde, ifade edilen söz kadar, ifade edilmeyi bekleyen sessizlik de önem taşır.
İlk görüşmeden itibaren kelimelerin sanki birbirini kovaladığı danışanım, nefes almadan konuşuyor; yöneltilen her soruyu başka bir konuya bağlayarak, uzun monologlarla adeta içsel bir savaş veriyordu.  Bu durum, kendini çok fazla ifade etme arzusuyla birleşince, terapötik süreci karşılıklı bir diyalogdan çok, tek yönlü bir akışa dönüştürüyordu.Konuşmalarında belli bir akış olmamakla beraber, sonunda hep aynı yere varırdı: kendi hayatı, yaşadıkları, başarıları, çektiği acıları, fedakârlıkları, yaşadığı duyguları, kimse tarafından önemsenmediğini düşündüğü düşünceleri... Anlattığı her şeyin merkezine kendini yerleştirerek sonlandırırdı. Aşırı konuştukça kendini ifade etmeye çalışan danışanın en çok tahammül edemediği nokta sessizlikti. Konuşmalar arasına anlık bir duraksama girdiğinde, kaygı durumu bedensel olarak da kendini gösteriyordu. Sessizliğin tehdit olarak algılanması sona ulaşmayı biraz hızlandırdı. Ve görüşmeler devam ettikçe, kendini çok fazla ifade etme arzusunun ardında başka şeylerin olduğu görünür bir hâle gelmişti. Anne ile çocukluk döneminde olan ilişki örüntüsü ne yazık ki bu durumun temelini oluşturmuştu. O dönemde kendini ifade etmenin güvenli ve değerli bir şey olmadığını öğrenmişti. Özellikle annesi tarafından “Büyüklerin yanında konuşma, sus!” gibi ikaz cümleleri bu örüntünün temelini oluşturuyordu. Bu cümleleri kendi çocuğuna dahi kurduğunun farkına varamayacak kadar konuşan danışan zor kazanılmış konuşma sırasını kimseye bırakmak istemiyordu.
Terapötik sürecin en önemli katkılarından biri, sürekli kendini anlatma arzusunun ardında yatan görülme, duyulma ve onaylanma isteğini fark edilebilmesidir. Zaman geçtikçe, sadece anlatmanın değil de; durabilmenin ve sessizliğin öneminin de farkına varılır. Bu farkındalık, terapötik sürecin yalnızca ifadelerle değil, ifadelerin arasındaki boşluklarla da ilerlediğini gösteren önemli bir kazanım haline gelir. 
Kendini sürekli anlatan birey, içsel olarak duyulmamışlığın ağırlığını hep içinde taşır. Noktaların ve virgüllerin yarattığı kaygıyla, dinlemeyi de bir pasiflik olarak görür. Hayatına sonsuz bir monologla devam eden bireyler, bulundukları sosyal ortamlarda kabul görmeseler bile kendileriyle bütünleşen bu davranıştan vazgeçmeyerek yaşamlarına devam ederler. Kendi dâhil kimseyi duymadan yaşayanlar için gerçek iyileşme, kelimelerin azaldığı, anlamların çoğaldığı nokta ve virgüllerin arasında başlar. 

"İnsan ancak kendi sesini susturabildiğinde başkasının acısını duyabilir."
 – Viktor E. Frankl