Lavinya Dergisi

HUKUK
Zeynep Fatıma ULUBEY

Mürekkep bitmezmiş yazmak isteyene, mürekkep yetmezmiş derdi çok olana…

İnsanların haklıdan ve hakkaniyetten uzak olduğu bu çağda her geçen gün biraz daha hakkı, hukuku ve adaleti göz ardı ediyoruz. Aklın ve vicdanın sesini dinlemek yerine, sahte çıkar ilişkileri uğruna gayriahlaki kararlar alıyoruz. Çoğu zaman unuttuğumuz “Hukuk” kavramı yalnızca yazılı kurallarla sınırlı değil; aynı zamanda insanların adaletli bir toplum inşa etmesi için geliştirdiği zihinsel bir sistemdir. Adaletin silesinden bu kadar uzak olmamız, bizleri mütemadiyen hukuksuz bir topluma mahkûm ediyor.

Tarihsel olarak ilk kez hukuk, insanların birlikte yaşamak zorunda olduğu toplumlarda düzeni sağlamak, çatışmaları çözmek ve adaleti tesis etmek için ortaya çıkmıştır. Başlangıçta örf ve âdet gibi yazılı olmayan kurallar bütünü olan hukuk, zamanla yazılı hale gelmiştir. Bilinen en eski yazılı hukuk kurallarından biri Ur-Nammu Yasaları’dır (M.Ö. 2100, Sümerler). Daha sonra “Göze göz, dişe diş” ilkesine dayalı, katı ama sistematik bir hukuk anlayışı olan Hammurabi Kanunları (M.Ö. 1754, Babil) çıkmıştır. Ardından Kur’an, hadis, icma ve kıyas gibi kaynaklardan türeyen, hem dini hem hukuki düzeni kapsayan bir sistem olan İslam Hukuku (Şeriat) (7. yy.) ortaya çıkmıştır. Sonralarda yüzyıllar boyunca monarşilere, dinî otoriteye ve feodal düzene karşı verilen mücadelelerin yansıması olan modern hukuk sistemi doğmuştur. Hukuk sisteminin yüzyıllar boyunca süregelen evrimleşmesinin ardından insanların “temel nedenlerden” dolayı hukuka ihtiyaç duyduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bir arada yaşayan insanların haklarını korumak, suçları engellemek ve sosyal huzuru sağlamak için hukuk kurallarına ihtiyaç duyulmaktadır. Aynı zamanda hukuk, tarafsız kurallar aracılığıyla “kişisel öç alma” gibi ilkel yöntemlerin yerine “adil yargılanma” imkânı sunmaktadır. Teorik olarak hukuk son derece işlevsel görünmektedir. Ancak pratikte bu işlevselliğin caydırıcı olmaktan ne kadar uzak olduğunu gösteren pek çok örnek bulunmaktadır. Yapılan araştırmalara göre, dünyada en fazla insan hakları ihlal edilmektedir. Düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması, keyfi tutuklamalar, kötü muameleler, kadınlara ve çocuklara karşı şiddet dünya genelinde herkes tarafından en çok göz ardı edilen davranışlar arasındadır. Örneğin, Çin’de Uygur Türklerine yönelik hak ihlalleri ve Rusya’da siyasi muhaliflerin tutuklanması gibi akla ve vicdana aykırı tüm bu davranışlar hukuksuzluğun en büyük kanıtıdır. Bunun yanı sıra Türkiye’de ise hukukun oransal olarak en fazla işlemediği alan “adil yargılanma hakkıdır.” Anayasa Mahkemesi’nin 2021 yılı verilerine göre, bireysel başvurularda tespit edilen tüm hak ihlallerinin yaklaşık %62,3’ü, doğrudan “adil yargılanma hakkının” ihlaliyle ilgilidir. Bu durum, özellikle uzun süren yargılamalar, bağımsız ve tarafsız yargı eksikliği, yetersiz savunma imkânı ve temyiz hakkının sınırlandırılması gibi yapısal sorunlara işaret etmektedir. Benzer şekilde, AİHM kararlarında da Türkiye, Avrupa Konseyi ülkeleri arasında en çok hak ihlali kararı verilen ülkelerden biridir. 1959–2020 yılları arasında AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi), Türkiye hakkında 953 farklı dosyada adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir. Hukuksuzluğun bu denli yaygınlaşması, tarafsızlık ilkesinin göz ardı edilmesi, adaletin tecelli etmemesi gibi etkenler hukuksuzluğun artmasına ve toplumun her geçen gün daha da yozlaşmasına neden olmaktadır. Toplumda hukuksuzluğun önüne geçilebilmesi için, öncelikle bireylerin kendi karar ve davranışlarını hukuk kurallarına uygun şekilde yeniden şekillendirmesi gerekmektedir. Bu dönüşüm, akıl ve vicdan rehberliğinde; herhangi bir siyasi görüşe, ideolojik yaklaşıma veya kişisel menfaatlere bağlı kalmaksızın tarafsız ve sağduyulu bir tutumla gerçekleştirilmelidir. Hukukun üstünlüğüne dayalı bir toplum düzeninin inşası, bireylerin adalet, hak ve hakkaniyet ilkelerini içselleştirmesiyle mümkündür. Bu bağlamda, fikirlerin, ideolojik yönelimlerin ve çıkar ilişkilerinin esiri olmadan hareket etmek, hukuki ve ahlaki sorumluluğun temel koşuludur.

Hukukun hiçe sayıldığı, insan hayatının değerini yitirdiği ve paranın her şeyin ölçütü hâline geldiği bu çarpık düzende, hayatın her alanında adaletin tecelli etmediği herkes için doğrunun, haklının ve adaletin yanında olmalıyız. Kendi yolumuzu aklın ve vicdanın ışığıyla aydınlatmazsak, hukuksuzluğun karanlığında sadece seyirci olmakla kalmayacak; o karanlığın ayrılmaz bir parçası hâline gelmeye mahkûm olacağız. Unutmayın ki, hukuk arayışı siyasi bir tercih değil; vicdani bir sorumluluktur! Bu sorumluluk; ırkı, dili, dini ne olursa olsun, yeryüzünde yaşayan her bir bireyin yegane görevidir. Çünkü adalet, ancak onun izini sürenlerin omuzlarında yükselebilir…