Lavinya Dergisi

UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ!
Öykü KUCUR

Çiçeklerin açtığı yerde umutlar; kitapların olduğu yerde yarınlar yatar.

Atatürk’ün hep kahraman olduğunu söylediler bize. Düşmanları nasıl yendiğini, ulusunu karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardığını, yurdumuzu nasıl kurtardığını, zaferden zafere nasıl koştuğunu anlattılar her zaman. O, bizim için hep ulaşılmaz ve ayrıcalıklı birisiydi. Belki de onun ulaşılmaz oluşu onu bize kahraman gibi düşündürüyordu. Peki hiç Atatürk’ü bir kahraman değil de insan olarak düşündünüz mü? Aslında o da bizim gibi banyo yapan, yemek yiyen, ağlayan, üzülen, gülen ve seven birisiydi. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulye ve pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi. Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı. Sık sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi. Çünkü insanları çok severdi. Ona “Sarı Paşa” derlerdi. Askerlik yaşamında gözü kara ve cesurdu. Ancak kişisel hayatında oldukça duygusaldı. O, aşk acısı çekecek kadar bizden biriydi. Selanik’teki çocukluk aşkını hiçbir zaman unutamadı. Atatürk’e dönemin tüm kadınları aşıktı. O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü ulaşamadıkları beyaz atlı bir prensti adeta. Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği değer kuşkusuz tartışılamazdı. Kadını, kadın olarak değil; insan olarak görürdü. Ve onları her zaman baş tacı yapardı. O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi. Ne yapmak istediğini çok iyi bilen, hoşgörülü ve adaletli bir liderdi. Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek liderdi. Bir geometri kitabı yazmıştı. 48 geometri teriminin Türkçede isim babasıydı. Çok çalışkandı. Onun için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı. En sevdiği kitap, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu”ydu. Bu romanı cephede bile başucundan ayırmazdı. Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi. Gömleklerinin hepsi beyazdı. Kıyafetlerinde lacivert rengi hiç sevmezdi. Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi. Çok şık giyinirdi her zaman. Sabah kahvaltısını yapmayı hiç sevmezdi. Sabah kalkar kalkmaz kahve içerdi. Çok sık rüya görürdü. Rüyalarının başkahramanı Zübeyde Hanım’dı. Zübeyde Hanım’la gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup dururdu. Ama bir türlü kavuşamazdı. Rüyalarında annesine kavuştuğu gün, öleceğine inanırdı. Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü. Bazı şeylerin olacağını önceden sezerdi. Annesinin ölümünü de rüyasında görmüş ve ardından bu üzücü ölüm haberini almıştı. Her insan gibi o da ölümlüydü. Doğa, onu da zamanı gelince alacaktı ve öyle de oldu. 1938 yılının 10 Kasım günü, bu büyük insan aramızdan ayrıldı. Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz. O nedenle inanamadık. Zaman senin yokluğuna alışmayı bize öğretti. Ama unutmayı asla!