Lavinya Dergisi

AYSEL GÜREL KİMDİR?
Tolga TÜRKMEN

Herkesin konuştuğu toplumda şairler neden sussun?

90’lardan sonra kostümleriyle ve ömrü boyunca cümleleriyle hepimizde ayrı yaşayan kadın, Aysel Gürel’in hayat hikayesidir. Aysel, 7 Şubat 1929’da Saraköy Denizli’de Ebe Kamile Kezban Hanım ve Hakim Ali Rıza Bey’in en küçük çocuğu olarak dünyaya geldiğinde ailesi ona, “Gönül Aysel Gürel” adını verdi. İhsan adlı abisi ve Ahsen adlı da bir ablası vardı. Çocukluğunun ilk yıllarını doğduğu topraklarda geçirdi. İleride bürüneceği renkli kişiliğinin ilk adımlarını atıyordu içindeki cevherden habersiz. Aysel 8 yaşındaydı, ailesi Çorum’a taşındığında. Ele avuca sığmadığı, dur durak bilemediği zamanlarını çok yoğun yaşayan bir çocuktu. Öyle ki, adı “Deli Aysel”e çıkıverdi; “Deli Kamile’nin kızı Deli Aysel”. Aynı zamanda kulağında dolaşan notalara da karşı koyamıyordu. Küçücük bedenine sığmayan, taşmak isteyen sözcükler vardı ve notasız hareket edemiyorlardı. Babası onu oyalamak, hareketli hallerini biraz olsun dizginlemek için, ona bir kuzu aldı. Bayılmıştı Aysel bu sevimli kuzuya; ona Mido adını verdi. Öyle çok seviyordu ki, sevgisi taştı ve ilk şarkısını da böylece yazmıştı. Hala kendinin farkında olacak yaşta değildi. Ailesi de onu sabırla izliyordu. Bir süre sonra Ali Rıza Bey’in tayini Trabzon’a çıktı. Aysel hala çocuk yaşındaydı ve dört katlı bir Rum konağında bıcır bıcır koşturuyordu. Evin en küçüğü olmanın avantajını sonuna kadar kullanıyordu. Sonra bir gün bir anda büyüdü. Trabzon’da yaşanan o olay, Aysel’i bir anda büyütmüş, ilerideki kimliğinin de temellerini atmıştı. Baskıdan bunalan genç kızlar, ay ışığının şahitliğini yaptığı o gece, el ele tutuşarak elbiseleriyle denize girdiler. Sonrası bir anafor… Kızların bedenleri soluksuz kalmıştı. Ertesi gün bir namaz vaktinde cansız bedenleri musalla taşına yan yana dizildi. Aysel, o gün tüm algılarını açtı olanları anlamak için. Klasik müzik dinleyen, kitap okuyan, Cumhuriyet balolarına giden modern bir ailenin içinde büyüyordu Aysel. Ama mahalle baskısı özellikle kadınlar üzerinde çok kuvvetliydi buralarda. Aysel’in aklı bunları tam idrak edecek yaşta değildi; ama belli ki bunlar insanları yoruyordu. Yıllar sonra şöyle anlatacaktı bu günleri: “Muazzam bir kütüphanede emeklemeye başladım ben. Ancak kitaplarda anlatılan şeylerle, mahallede anlatılanların birbirine benzemediğini gördüm. Ünzile odur işte. Köyün son çitine gitmeye korkar, çünkü dünyanın orada bittiğine inanır”. Bütün bu gördükleri, aklına, kalbine sığdıramadıklarıydı işte onu çocuk yaşta deli olmaya iten. Deli olmamıştı aslında; deli olmayı seçmişti. İşte nasıl deli olmaya karar verdiğini de böyle anlatacaktı yıllar sonra bir röportajında: “33 bin nüfuslu bir vilayette büyüdük. Çocukluk yıllarında bulunduğum yerde kocakarı kültürü vardı. Bütün şehri sarar bu kültür. Yeni yetişen genç kızlar ve erkekler hakkında türlü hikayeler uydurulur. Fotoğrafçının kızı hastaneye kaldırılır, apandisti alınır. O kocakarı kültürü destan yazar: Kız hamile kalmış, aldırmış. Ben çok okuduğum için bundan nasıl kurtulurum diye düşündüm. Deli rolü yaparsam kurtulurum dedim”. Aysel, çocukluğunda babasının işi dolayısıyla Karadeniz’de okula gitti. Liseye geldiğinde ise, İstanbul Erenköy Kız Lisesi’ne kaydoldu. Deli dolu halleri, şarkıları, şiirleri hala devam ediyordu. Üniversite seçimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nden yana kullandı. Tüm hayatı boyunca şarkı sözleri yazacaktı. Ancak bunun yanında Edebiyat Öğretmenliği de yaptı mesela. Ayrıca tiyatro oyunculuğu da yapacaktı. Şairliği ise hep bakiydi. Aysel, yüzmeyi çok seviyordu. Yasak olduğunu bildiği, baskılandığı her şeye karşı düşkünlüğü ayrıydı. Özellikle yaşadığı keder dolu o günden sonra Aysel, Trabzonlu kızlardan farklı olarak yüzüşüne ay değil güneş şahit olsun istiyordu. Bu yüzden gündüz vakti ve mutlaka mayo ile girerdi denize. Trabzon’dan Sivastopol’a yüzmek istediğinde tam 8 kez boğulma tehlikesi geçirecek ve bunları yıllar sonra bir anı olarak şu cümlelerle anlatacaktı: “Ben yüzücüyüm. Karadeniz’de büyüdüm. Karadeniz, bir adım attıktan sonra üç insan boyu olur. 8 kere boğuldum, suni teneffüsle hayata döndürdüler; ağzımdan kanlı köpükler, kumlar gelerek. Karadeniz’de lamboz dediğimiz anaforlar var. Çoğu arkadaşım daha on dört, on beş yaşlarındayken o şekilde boğuldu. O nedenle sabahları vurgun yemiş gibi uyanırdım. ‘Gitti Kebire gittii; Semiha gittiiii’ çığlıklarıyla, tahta teneşirlerin üzerinde upuzun saçları arkadan sarkmış yıkanırken seyrettim birçok arkadaşımı. Hepsi bakire olarak, öylece gittiler”. Türk Popunun yükselişte olduğu zamanlardı. Henüz kimse Aysel Gürel’in nasıl bir renk olduğunun farkında değildi. Şiirleri bestelenmeye başlamıştı. 1973’te bestelenen “Deli Balım”, 1974’te “Yörük Yaylası” büyük ses getirmişti. 1977’de boy gösteren “Ateş Böceği” ise, yıllarca dillerden düşmeyecekti. 80’lere geldiğimizde Aysel Gürel en deli zamanlarını yaşıyordu; coşkuluydu, Türk Pop müziğinin rengi olmuştu. Onun şarkılarıyla adını duyuran ne çok isim vardı bu ülkede. Tüm yaşamı boyunca 20 binden fazla şarkı yazacak, kulaklarımızın pasının silinmesine vesile olacaktı… Bu başlık tam da bir deli kadına yaraşır şekildeydi işte. Binlerce aşk şiiri yazmış, milyonlarca aşka tanıklık etmiş şarkıların sahibi aşka inanmıyordu. Ona göre insan bir patatese bile aşık olabilirdi. Her zaman her konuda olduğu gibi bu konuda da şeffaftı. Özellikle kadınlar ve kadının cinselliği konusunda konuşmaktan asla çekinmedi. Bir insanın bir diğer insanın vücuduna hoyratça sahip olmasını “Naziler’in Polonya’ya girmesi” olarak tanımlıyordu ve bu kesinlikle “Haksızlık”tı. Ona göre aşk, öğretilmiş çok güzel yalandan başka bir şey değildi ki… Şarkı sözlerini yazarken bedeninde, ruhunda yaşadığı ne varsa, nelere şahit olmuşsa, ilhamını koparıp alıyordu Aysel Gürel. “Firuze” şarkısını kızı Müjde Ar için yazmıştı mesela; “Sevda büyüsü gibisin sen Firuze”… Sinemaya başladığı zamanlarda göz dolduran, dillere destan güzelliği ile kasıp kavuran sevgili kızı Müjde’ye, bir annenin verebileceği en anlamlı hediyelerden birini vermişti. “Ünzile” ve “Kardelen”i ise, Anadolu’nun küçük bir köyünde tanıdığı kız çocukları için yazmıştı. Bir de kendi çocukluğunda şahit oldukları vardı tabi. O kadar hayatın içinde, kendisinin dışında kalmayı biliyordu ki, hepimizin hayatına dokundu… 40 yaşını geçtikten sonra Aysel Gürel, kıyafet devrimine geçti. Dudaklarını siyah, saçlarını mor, kaşlarını kırmızıya boyamıştı. Ertem Eğilmez, kızlarını annelerini bir ruh doktoruna götürmeleri konusunda uyardı; götürdüler de. Ancak doktorun koyduğu teşhis daha deliceydi: “Anneniz bir deha!” Taşranın deli kızı, şimdi de ülkenin deli kadınıydı işte. Fikirleri ve zikirleriyle tüm tabuları yıkıyordu. Kendini tanımlaması ise mükemmeldi: “Ben birey değilim. Ben kalabalık bir nesneyim. Ben tek başıma radyoyum, televizyonum, konserim, orkestrayım, her şeyim. Türkiye’nin ilk anarşist kızıyım ben. İlk çiçek kızıyım. İlk hippisiyim. Ben Amazon kadınıyım. Türkiye’de kadının bilinçaltıyım”. Tüm bu görünümü, sözünü topluma dinletme kostümüydü. Bir gün Mehtap Ar sordu: “Ya hu anne, nedir bu kostüm, bu peruk, gecelikle dolaşmalar?” Aysel Gürel’in cevabı ise gerçekten doktorun teşhisini onaylıyordu: “Bunlar topluma lafımı dinletme kostümüm. Normal döpiyesli, entel gözlüklü, ensede topuzla laflarımı söyleseydim, bir sürü insan içinde kaynar giderdim. Bu şekilde topluma lafımı dinlettim. Şarkılarım insanlara ulaştı”. Hayatta sözlere duyduğu hassasiyet dışında başka takıntıları da vardı. O kadar duygu yüklü ve hassastı ki, kimsenin dikkat etmediği konular onun önemsediği konular listesinde ilk sıralarda yer alıyordu. Mesela bir gariban çöpleri karıştırırsa aman elleri kanamasın diye tıraş bıçaklarını gazete kağıtlarına sarar, öyle çöpe atardı. Bir de inanırdı ki, korku insanı cüceleştirirdi. Kızlarını da hep bu öğütlerle büyüttü. Hatalarının yanında onlara kazandırdıkları paha biçilemezdi. Bu başlığın asla yakışmadığı kuşkusuz renkli isimdi. Ama her insan gibi onun da bedeninin bu dünyadan gideceği bir zaman vardı. 2007’nin sonuna doğru akciğer kanserine yakalandı. Teşhisinin üzerinden 2 ay geçmemişti ki, 17 Şubat 2008’de hayata gözlerini yumdu. Vasiyetini ise kızı Mehtap Ar şöyle açıkladı: “Annemin vasiyeti şuydu: Tüm kadınlara söyle; bilsinler ki, ben 80 yaşına kadar çalıştım ve dimdik ayaktayım. Çalışmak ve ayakta kalmak güç; ama ben başardım. Tüm kadınlar da başarabilir”. O ölemezdi. Bedeni toprak olduktan sonra hala hayatta olduğunu hissettirecek o kadar çok nota vardı ki bize bıraktığı. Bu dünyadan göçtüğünde bile evinden şarkı sözleri çıktı. Belli ki hala üretmeye devam ediyordu. Bu sözlerden biri Aysel Gürel’in evini kiralayan kişi sayesinde ortaya çıktı. Kiracı, bulduğu şarkı sözünü Tarkan’a iletti. “Sevdanın Son Vuruşu” ile ruhumuza dokundu. Üstelik daha Türk Popunu besleyecek kadar da büyük bir kaynaktı geriye kalan. O peruklar, rujlar, onca renk boşuna değildi. Aysel Gürel, tüm renklerini kadınlara ulaşmak, dikkatleri üzerinde toplamak için kuşandı. Biliyordu ki cümleleri en güzel silahıydı ve ona en çok renkler yakışacaktı. İşte tüm rengiyle bir Aysel Gürel geçti bu dünyadan…