Lavinya Dergisi

KADINDAN DAHA FAZLASI
Elif AYDIN

“Eksilen her takvim yaprağı bizi sonsuzluk penceresine bir adım daha yaklaştırırken her an’ı dolu doluya yaşamak arzusu kaplar yüreğimi. Buğday tanesinden çok olan ve her geceyi aydınlığa kavuşturan gün hatırına yaşamak her şeye ve herkese rağmen İnsanı hayatta tutan yegane gerçek. An’’ın güzelliğinin farkına varın “

Bilmem belki de kaç asırdır tartışılır durur; “Kadın insan mıdır?”, diye. Çoğumuzun duyunca sinirlendiği belki de çok komik bulduğu bu soru maalesef bundan çok değil, birkaç yıl önce gündemi meşgul etti bir süre. Hatta üzerine seminerler bile düzenlendi. Yüzyıllardır zihinlere kazınmış bu kadınlığın mucizevi gizemini çözmede geç kalınmış belki de bu gizemin hiç açığa çıkmasını istememiş bu ataerkil düzen, kadını yerden yere vurmayı kendine daha kolay meziyet saymıştır. Kadınlar, güzelliği uğruna şiirler yazılan, kendisine pahalı hediyeler, çiçekler alınan; ruhları kilitli kutulara saklanıp gün ışığına hasret kadınlar... Kökleri çokça derinlere gömülü bu fikir tohumlarının dalları, yaprakları bugün gökyüzüne kadar ulaşmış vaziyette. Atasözlerinin bile kadını yerdiği, ünlü düşünürlerin kadınlar hakkındaki söylemleri ve elbette ki küfürler hepsi ve daha fazlası insanlığın kültür mirasının içinde saklı. Şöyle dönüp bir geçmişe baktığımızda kadını toplumun içinde saymayan bu eril iktidara bir sorumuz var. Bunca tarih yazılırken bu kadınlar neredeydi ? Elbette her yerdeydi. Cenk meydanında çarpışırken omuz omuza , bazen çifti sürerken tarlada dağda, ovada,; bazense yemek pişirirken mutfakta. Yaşamın her sahasında vardı kadın. Charlotte Perkins Gilman ütopik kadınlar ülkesinde erkeksiz bir yaşamın var olabileceğini ve kadınların bu yükün altından kolaylıkla hatta hiç zorlanmadan kalkabileceğini alenen dile getirir. Zamanın yeni fuzuli furyaları her ne kadar kadının iş hayatına girişinin sanayi devrimiyle birlikte geldiğini savunsa bile kadın iş hayatının da sosyal hayatın da hiç dışına itilmedi. Kadını şu noktaya getiren fikir akımları, kadını önce tanrılaştırdı ; sonra onun yoktan var eden doğuran, üreten bu gücünden korkup onu kendi kafesine kapattı; yuvayı kurup ayakta tutan bu dişi kuşun kanatlarını kesti sonra , en sonunda uçamıyor dediler kanatlarını kestiklerini söylemediler… “Kadın doğulmaz, kadın olunur diyerek Simon de Beauvoir İkinci Cins’te, kadınlığın sonradan kazanılan bir değer şayet bir değersizlik olduğunu söylerken pek de haksız sayılmaz. Altı doldurulamayan fikirlerle kadının benliğini kendinden alıp onu beden hapishanesinde yalnız başına bırakan bu erk düzenin boyunduruğunda yaşayamayan başka isimler de yok değil. “Seni senden çalan toplumdur”, diyen Tezer Özlü’yü anmadan geçilemez bu satırlar elbette. Bırakın kadın yaşamayı insan bile diyemeden veriyoruz toprağa daha küçücük yaşta biçare bedenleri. Daha kundaktayken başlayan pembe patikler az daha büyüyünce eline tutuşturulan barbi bebekler… Pembenin uçuk kaçık tasasız havasıyla kucağında uyuttuğu oyuncak bebeğinin, bu küçücük yavrunun geleceği ,mesleği, hayatı olduğunu ona hissettirmeden daha; toplumun en kutsal kurumu süpürüyor bilinçaltına tüm toplumsal sorumluluk tozlarını. Daha dur ne oluyor demeden ikinci planında kalıyor ikici cinsiyle hayatın. “İnsan, insanın kurdudur”, derler. Bu hegemonya hüküm sürdükçe yüzyıllarca bırakalım anaerkiyi kadın da’sız insan diyerek sürecek bu serzenişler. Ta ki diplomanın değil gerçek ilmin, irfanın sahibi olana denk.