Lavinya Dergisi
BİR ÖĞRETMENİN NOT DEFTERİ
Güneş en tepede tenimizi sımsıcak kavuruyordu. Elimde annemin ilk öğretmenlik günüm için aldığı çanta, parmaklarımı var gücüyle sıkıp dışarı fırlatan önü açık topuklu bej rengi ayakkabılarımla Topkapı Parkı’ndan tramvaya doğru yürüyordum. Heyecandan ellerim, ayaklarım tir tir titriyordu. İş yerim, daha önce hiç gitmediğim bir yerde ve güzergâhtaydı. Her durakta merakla etrafı gözlüyordum. Ray sesleri iyice çığırından çıkmıştı ve Rami… Hayır, hayır… Bir durak daha kaldı. Uluyol-Bereç diye anons geçti ve indim. Tramvay raylarda çığlık ata ata ilerlemeye devam etti. Ne şiddetli bir sesti o ya Rabbim… Dümdüz ilerleyip yürümeyen merdivenlerden yukarı çıktım. Merakla etrafıma göz gezdirdim ve işte kurs hemen sol tarafta kalıyordu. Adı duyulmuş bir kurs merkezi olduğu için ilk iş deneyimim açısından önemli olacağını düşünmüştüm. Öğretmenler odası en üst kattaydı. Çıkmakla bitmeyen merdivenlerin sonunda odaya ulaştım. Kalbim küt küt atıyordu. İşte, tüm öğretmenler oradaydı. İlk etapta gözüme üç kadın öğretmen ilişti. Çok güzel ve tecrübeli görünüyorlardı. Sıcak kanlı ve girişken bir yapım olduğu için hemen onlarla tanıştım. Bembeyaz dişleri olan ve ağız dolusu sımsıcak gülen öğretmen Tarihçiydi. Renkleri birbiriyle uyumlu capcanlı bir turuncu şal takmıştı. Masanın en uç noktasına oturarak duruşu ve hakimiyeti ile bambaşka bir havası olan, sert bakışlarının altında yumuşacık ve narin bir gülümseme yatan öğretmen Coğrafyacıydı. Tarihçinin yanında ise kumral saçlı, buğday tenli ve hafif çekik gözlü, başının üzerinde güneş gözlüğü ve kısa kollu gömleği, çok güzel ve kendinden emin duruşuyla Kimya öğretmeni oturuyordu. Diğer öğretmenleri inceleme ihtiyacı duymamıştım bile. Sıcak ve samimi insanların enerjisini hemen oracıkta hissetmiştim. En önemlisi de onlardan bana asla zarar gelmeyeceğini anlamıştım. Ön yargıların en güzeli bu olsa gerekti… Zil çaldı! Zil çaldı hocam, haydi herkese iyi dersler! İyi dersler! Herkes en az benim kadar heyecanlı olmalıydı. Ders programımı elime aldım ve birkaç yıldır orada çalışmakta olan fizik öğretmenine gideceğim sınıfın yerini sordum. İlk gireceğim sınıf MSAY4 -mezun sayısal dört- idi. Sakinleş… Onlar senden sadece birkaç yaş küçük olsa da senin kadar bilgiye sahip değiller… Evet, işte öğretmenlikte ilk ve altın kurallardan biri budur: Öğrenci hiçbir zaman senden daha iyi bilemez! Tabii, kişinin kendini geliştirmesiyle de çok orantılı bir durum olup tartışmaya açık olabilir. Her neyse şimdi kapıyı açayım. Havalı ol, havalı ol…
“Günaydın gençlik!” diye bağırdım.
“Günaydın!” dediler yarım ağız, uykulu ve meraklı bir edayla.
Saniyeler içinde yüz ve kişilik analizi yaptım. Birkaç kendini beğenmiş ve ukala kız öğrenciler, garip tavırlarıyla beni süzdüler. Dünya yansın umurumda olmaz gibi düşünen oğlanlar umursamazca bana baktılar. Bir tane gözlüklü, açık renk kot pantolon üzerine beyaz bol bir tişört giyen çok sevimli bir öğrenci gözüme ilişti. O sırada ukala kızlardan biri:
-Türkçeci değişmiş yine. Geçen seneki Türkçeci nerede ya… diyerek yanındaki daha az ukala olan kız arkadaşına söylendi. O sırada ben söze girdim, söylenenleri duyduğumu ama umursamadığımı belli ederek:
-Evet gençler! Ben yeni Türkçe öğretmeninizim. Bu yıl birlikte son kez sınava hazırlanıyoruz. İlk dersimizde kısa bir tanışma yapalım daha sonradan sizi derse boğarım zaten, diyerek hafif gerginliği azalttım. Belki de azalttığımı sanıyordum Allah’ım. Öncelikle kendimden kısaca bahsedeceğim ve sonrasını siz zaten yaşayarak öğrenirsiniz. Ben derslerimi eğlenceli işlemeyi severim. Durağan ve uykulu öğrenciden nefret ederim. Sık sık dersi bölüp makara yaparız fakat ben ders anlatırken ders akışımı bozarsanız çok kötü bozuşuruz. Her derse girdiğimde ayağa kalkıp düzen oluşturulacak. Verdiğim ödevler yapılacak. İşte hepsi bu kadar çocuklar. Şimdi sizleri tanımak isterim. Artık mezun sınıfındasınız, daha fazla sene kaybetmenin bir anlamı yok. Herkesin hedefi ve isteği bellidir diye düşünüyorum. Bana öncelikle isminizi söyleyip Türkçeye olan ilginizi ve ileriki yıllar için hedeflerinizi paylaşırsanız sevinirim. He, şöyle kral bir giriş yaptım ki öğrencilerin yüzlerindeki güvensizlik ifadesini silip attım. Yüzlerini okuyabiliyorum...
Herkes kendini tanıttı. Öğretmen oldum ve fark ettiğim çok garip ve kutsal bir özellik yüklenmişti bana: Zihin okuryazarlığı. Evet, çok garip ve birdenbire yüklenen bir özellikti. Aralarında hangilerinin hedefledikleri yere gideceğini ya da gidemeyeceğini onların gözlerinden okuyordum adeta. Bir şekilde zaman geçti ve teneffüs zili çaldı. Ders kırk dakikaydı ve bir öğretmen olarak bizler için en önemli şeylerden birisi de ders süresini etkin ve yerinde tamamlayabilmekti. İlk dersimi doğru bir şekilde tamamladıktan sonra diğer derslerime çok rahat şekilde girdim. Öyle bir ders programım vardı ki koskoca kurs merkezinde tek Türkçe öğretmeni bendim. Bu durumu avantaja çevirip tüm öğrencileri tanıdım ve onları çok sevdiğim için gönüllerini de kazanmayı başardım. Çünkü benim düşünceme göre bir öğrenci öğretmenini sevdiği boyutta onun dersine ve ödevlerine de o derecede önem veriyor ve sevgi besliyor. Türkçe ise genel anlamda ülkemizde sevilen bir ders değildir. Ben bu algıyı hayatım boyunca öğrencilerde kırmak için yemin ettim. Tüm bu yoğunluğun arasında kırk dakikalık bir öğle molası verildi. Tabii bahsettiğim o üç güzel öğretmen ile dışarı çay içmeye çıktık. Pashador adından bir cadde üzerinde kafelerle dolu bir yerdeydi kursumuz. Dümdüz ileride Starbucks bile vardı. Aman Allah’ım ben tam bir Starbucks bebesiydim… Yeni nesil öğretmen olmak böyle bir şey miydi acaba? Biz bilirdik ki öğretmenlerimizin nefesi çay kokardı. Benimki ise iced white chocolate mocha kokuyordu. A, laktozsuz sütü unutmamak lazım. Hoca arkadaşlarımla iyice tanışıp kaynaştık. Evet, bu güzel hanımlar benim en yakın arkadaşlarım olmalı. Başım sıkıştığında onlardan hiç çekinmeden yardım isteyebilir ve destek alabilirdim. Çaylarımızı içtik ve ben son bir sigara daha içtim, öyle kalktık. Öğleden sonraki derslerim de çok yoğundu. Öğretmenler odasında tüm hocaların espri konusu olmuştum. Herkesin mutlaka en az bir ya da iki dersi boştu. Benim ise tüm saatlerim doluydu ve sürekli oradan oraya koşturuyordum. Enerjim hiç bitmemişti. Bugün benim ilk günümdü, nasıl olur da enerjim bitebilirdi. Son dersim 12TM3 sınıfınaydı. Sınıfa girer girmez çocukların yüzündeki o tatlı ifade ve gözlerindeki pasparlak ışıltı içimi sıcacık etmişti. Tabii saat ilerleyince çocuklar da kendi aralarında kaynaştılar ben de ilk dersteki heyecanımı çoktan atmıştım. Sanırlar kırk yıllık öğretmen edalarıyla çocuklarla konuştum. Tüm sınıflarda ilk gün tanışma yaptığım için bu güzel çocuklarımla da sohbet ettim. Hangisini diğerinden ayırabilirdim ki hepsi çok akıllı ve tatlı evlatlardı. Ah bu sınıf ve bir de 12TM1 sınıfı sanki bir planlar peşinde gibiydiler. 12TM1 sınıfı benim danışmanlığımdaydı. Koç öğretmenleri bendim ve onları çok çok sevmiştim. Hepsi cıvıl cıvıl gencecik çocuklardı. Burası Bayrampaşa diye geçen fakat iki adım karşıdaki yola yürüyünce Gaziosmanpaşa olan garip bir yerdi. Hoş, ben de Nişantaşı’ndan geliyor değildim. Ben de Zeytinburnuluydum. Ah canım semtimin adı… Zeytin burunlu diye dalgaya alınırdık. En son tramvayda heyecanla annem ve ağabeyime ilk günümün nasıl geçtiğine dair mesajlar yağdırırken tramvayda sallana sallana eve gidiyordum. Çalışma saatleri ne kadar ağırdı… Hele İstanbul’da iş çıkış saatindesiniz ve güzel bir hanımsınız… Çok zordu, çok… Tüm dikkatimi bedenime ve etrafıma vererek, sürekli sağ solu kesip ineceğim durağa nihayet gelmiştim. Son bir adım kaldı, caminin arasındaki o tenha ve nefret verici sokaktan geçecektim. Çantamın sapına sımsıkı sarılıp içimden dualarımı okumaya başlayarak yürüdüm. Belki herkes bu kadar korkmazdı buradan geçerken fakat içinde bulunduğum mahallede gerçekten standartların fazlasıyla üstündeydim. Orijinal kahverengi Vakko markalı çantam bile o dönemin asgari ücretinden fazlaydı. Elimde bir iPhone yoktu fakat Xiaomi’yi bile adice çalabilecek tipte bizim kültürümüze ait olmayan birçok insan vardı. Mahallem… Eskiden çiçek gibiydi. Herkes birbirini tanırdı. Zaten dedemin mekânı cennet olsun öyle bir adamdı ki bizi mahallede tanımayan yoktu. Kapımızın önü 61 plakalarıyla dolu arabalar… Mahallede sevilen, sayılan ve varlıklı bir sülaleydik. Aile apartmanında hepimiz dışı sizi içi bizi yakar misâli klasik bir aileydik belki de. Şu an kültürü bize hiç ama hiç uymayan birçok göçmen, mülteci ve kaçak insanların taciz edici bakışları altında evime dua okuyarak yürümek zorunda kaldığım bir hale geldi benim mahallem. Sadece mahallem olsaydı iyiydi… Sonunda kendimi eve sağ salim atabildim. Kurt gibi acıkmıştım ve annem bir güzel tereyağlı çubuk makarna yapmış yanına da köfte kızartmıştı. Bir yandan da soğanlı kıvırcık salatası… Hepsini hızlıca ağzıma tıkıştırırken bir yandan da ilk günümde yaşadıklarımı anlatıyordum. En son televizyon karşısında uyuklarken annem kaldırıp yatağıma yatırmıştı beni… İşte küçüklüğümden beri hayalini kurduğum bu mesleğin ilk günü ve ilk deneyimi benim için böyle olmuştu.