Lavinya Dergisi
CÜMLEDEN EV YAPAN YAZARI TANIMAK
Yazmak sonsuz cümle içinde, başının üzerine bir çatı inşa etmek benim için. Hayatta ve ayakta kalmanın başka bir formu.
O gün de en az bir önceki gün kadar vasat başlamıştı. Nasıl devam edeceğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Kolumu, bacağımı oynatmaya halimin olmadığı saçma sapan bir gündü işte. Gidemediğim işin mesaisini doldurmaya çalışıyor gibi geçmiyordu zaman. Her zamanki boşluk hisleri, nedenler, nasıllar... Tam bir beyin kaosu, göğüs kafesimin içinde sıkışıp birbirine geçtiğini hissettiğim kemikler, tüm heybetiyle gelen bir darlanma hissi... İsyana beş kala sanki her şey. Tam böyle bir sınırda çaldı telefonum. Sınırı geçsem mayın patlayacak gibi. Bir araya her geldiğimizde kahkahanın dibine vurduğumuz, hayatı makaraya sarıp, bütün sıkıntıları bir iki saatliğine de olsa hayatımızdan tekme tokat kovduğumuz arkadaşım Canan arıyor. Bugüne sözleşmişiz, kitap fuarına gideceğiz. Tabi tüm gerizekalılığım üzerimde olduğu için ben bunu unutmuşum. Neyse ki çaktırmıyorum. Saçlarımla saatlerce uğraşmadan, en tepeden sallama bir topuz yapıyorum. Gözaltı morluklarımı tek kat fondötenle kapatıyor, bir türlü kurumayan kirpiklerime rimel sürüp aynaya bakıyorum. Nasıl göründüğüm zerre kadar umrumda değil aslında. İyi saklanabilmiş miyim ona bakıyorum. Fondötenle rimelin arkasına gizlenip dışarı çıkmak herkesin anlayamayacağı bir hayatta kalma biçimi işte. Neyse çok uzadı bu melankoli. Bu hikayenin gülümseten, heyecanlandıran ve şükrettiren kısmına geçme vakti artık. Kitap fuarına Ali Lidar isminde bir yazar gelecekmiş. Ömrümde ismini duymamış, tek kitabını okumamışım. Yazarın geleceği standın önündeyiz. Henüz gelen giden yok. Vakit geçirmek için diğer stantları dolaşıyoruz. Döndüğümüzde uzun saçlı, tebessümü yüzünde en güzel haliyle gizleyen bir adam kitaplarını imzalıyor, okurlarıyla sohbet ediyor. Bu da yetmiyor yerinden kalkıp hepsiyle tek tek fotoğraf çektiriyor. Mütevazılığın yaşayan hali adeta. En arka sıradan izlediğim bu yazar samimiyeti beni ışık hızıyla kendine çekmeye yetiyor. Kafamda uçsuz bucaksız bir soru silsilesi var. Burası neden bu kadar kalabalık? Bu insanlar ne buluyor bu adamın kitaplarında? Onların bulduklarıyla benim aradıklarım arasında ne fark var? Hayal kırıklığına uğrar mıyım? Uğultu şeklinde beynimi ziyaret eden soruları susturuyorum o an. Önümdeki kızı fark ediyorum. Kucağı Ali Lidar kitaplarıyla dolu. Kıza hayatımın en aptal sorusunu soruyorum. - Hepsini okudunuz mu? - Okudum. Ya siz? - Hiç okumadım. - ... Hayatımda ilk defa hiç tanımadığım bir yazarın kitabını okumadığım için mahcubiyet hissediyorum. Bu neyin mahcubiyeti ben de bilmiyorum. Sıra bana geldiğinde yazarın iki kitabını satın alıyorum ve duyduğum en gerçek “hoş geldiniz” ile karşılanıyorum. Havadan sudan sohbet ediyoruz. O sırada kitaplarım itinayla imzalanıyor. Ali Lidar’ı yakından görmek, “bu yazarı mutlaka okumalıyım.” hissimi derinleştiriyor çünkü gözlerinde yaşanmışlık görüyorum. Ses tonunda inceden iz bırakmış bir acı. Benimkine benzeyen belki... Bu kalabalığın da kendi acısına benzettiği... Kalabalığı daha iyi anlıyorum şimdi. Ali Lidar’ın beyaz saç telinde hikayeler okuyorsunuz. Öylesine tanıdık, öylesine içten... İlmek ilmek yaşanmışlıkla örülü kelimelerden bambaşka anlamlar çıkıyor işte. Nasıl anlatsam bilemedim. Ali Lidar’ı okumak ise bambaşka bir hikaye... Fuar gününün akşamı mideme tarifi imkansız sancılar giriyor. Bir lokma yemek yiyemiyorum. Karıncalar ayaklarımı esir almış gibi. Hislerimden vücudumun her zerresine doğru bir üşüme hissi dağılıyor. Battaniyemin altına sığınıyorum. Başımı kaldırmam imkansız. Tam üç sabah bu hasta halimle akşama karışıyor. İyileşmek mümkün değil. Akşam saat olmuş dokuz. Hastaneye gidip serum taktırmam gerekiyor. Evet, işte tam da bu saatte, bu haldeyken yalnız başıma hastaneye gitmek zorundayım. Kalabalıklar içindeki yalnızlığımı falan düşünecek oluyorum o an. Neyse diyorum, çok takılma kızım boşver, söv geçer... Geçmiyor... Hastane, serum, isyan ve sövme fasılların bitirip, dördüncü gün biraz daha iyi hissediyorum. Nihayet Ali Lidar'ın “Tesirsiz Parçalar “ı ile tanışma vaktim geliyor. “Çünkü gün boyunca neler yaşamış olursan ol eve dönmek, dönecek bir eve, altına sığınacak bir battaniyeye, hoş geldin diyecek birilerine sahip olmak, çocukluğuna dönmek gibi bir şey.” “ Sabahtan beri iki satır ağlayacak yer bulamadım kendime. Her yer insan, her insan kaygı, her kaygı hesap, her hesap utanç, her utanç çatık kaş, asık surat, kötü söz! Ev, duvarların arasında ağlayabildiğim mabedim benim, yoksa nasıl delirmem?” Lidar’ın cümlelerine başımı yaslayıp iki saat ağlıyorum. Sorgusuz sualsiz iki saat. Bir eve sahip olmak dışında, oraya ait olamamanın ince sızısı, sızının içinden damlayan kan... Cümleye sığınmak diye bir şey varmış hayatta. Satır aralarında cenin pozisyonuna geçip yeniden doğuşunu beklemek. Sancısı da heyecanı kadar güzel olan o başlangıca uyanmak... Ali Lidar’ı okumak cümlelerden yapılmış bir eve sığınmak gibi. Ve benim için en önemlisi; insanları sevmediğim için, bir satır arasında kendimi suçlamaktan vazgeçmek. -Ama ben insan sevmiyorum. - Beni sevdiğini söylüyordun eskiden. - İnsan olarak sevmiyordum ki ben seni... Öyle olsa yaptığın iyilikler arttıkça sana olan sevgimin de artması gerekirdi. “ Bir insan başka bir insanı bütün boyutlarıyla asla tanıyamaz. Karşımızdaki insana verdiğimiz değer mukabilinde istediğimiz taraftarımızı gösterir, istemediklerimizi de saklarız. Evrensel bir sahtekarlık bu ama yapacak bir şey yok. “ Ali Lidar’ı tanımaktan bir hikaye çıkar... Okumaktan bir hikaye daha... Çünkü Ali Lidar... Bambaşka bir hikaye...