Lavinya Dergisi

ÇOK BAYRAMLAR GÖRESİN
Nurten K. TOSUN

Rakamlardan öykülere yolculuk. Kalem, kağıt, düş ve pamuk şeker eşliğinde...

Büyük dolaba, gümüşlükteki raflara, çekmecelere, aklıma gelen her yere baktım. Bulamadım seni! Bulamadım! Bilmem ne markasının garanti belgesi. Hayır bulamadım! Senden ne hayır gördüm ki? Garanti belgenden göreyim? Oysa tam sekiz ay çeyrek maaşımı ödedim markan ışıldasın diye kolumda. Yeşil kordonun kadifemsi, akrep ve yelkovanın bile havalıydı. Kırıldın işte. Bir sen kalmıştın kırılmadık hayatımda. En sevdiği sarı saçlı bebeği elinden alınmış bir kız çocuğu kadar üzgünüm. Ya da bayram sabahı yatağının altından çıkardığı kırmızı yeni pabuçlarını giyip, mahalleden hayal ettiği şekerleri toplayamayan çocuklar kadar buruk. Niye bu kadar üzgünüm ben? Bir saat mi beni bu kadar hüsrana uğrattı?  Neye bu kadar kızıyorum? Neden?
 “Cevabını bildiğin sorular yöneltme kendine” diyor iç sesim. “O kırmızı pabuçlu kız var ya sen ‘O’sun. Ama artık bayram nedir bilmiyorsun. Şekermiş, mahalleymiş, oyuncak bebekmiş alakan yok. ondan mutsuzsun. Yalnızsın. Özlem duyuyorsun. O haklı!”
Kısa bir sessizlik hâkim oldu beynimde ama çabuk toparladım. Cevabım gecikmedi: “Sen de sus be! İç ses misin nesin? Olur olmaz konuşuyorsun. Hep bana muhalefetsin. Hep 0 haklı.  Bayramda neden onu ziyaret etmiyormuşum? Ben büyükşehir insanı olmuşum. Örf adet unutmuşum.” Neydi o sabahki telefon görüşmesi? Bütün ofis duymuştur sesini. Daha annesini idare edemiyor, bir de terfi bekliyor, işleri nasıl idare edecek? Kolay mı ithalat, ihracat? Kimisi bitki çayını, kimisi adlarını daha telaffuz edemedikleri kahvelerini yudumlarken fısıldamışlardır arkamdan.
“Şimdi de eee ne olmuş mu diyorsun?” Pes! Kim çalışacak peki? Kim yetiştirecek raporları? Terfi bekliyorum ben? Yakındır bekliyorum. Sahi ne kadar zamandır terfi bekliyorum ben? Ne kadar zamandır yalnızım? Kaç bayram oldu bir anne baklavası yemeyişim? Yayık ayranı içmeyişim? Şöyle kavurma, pilav konu komşu masa kurmayışım? Eşi, dostu görmeyişim? Ama benim bunlara vaktim yok ki. Çok geride kaldı o günler. Büyüdüm ben. Bir iki günlük yurtdışı kaçamağı,  arkadaşlarla kahve, sohbet, avm, yeni markalar, trendler, alışveriş, sonra iş güç, raporlar işte bana bayram.
Öyle mi? Değil mi? Değil. Öyle değil… Ne kadar daha kendimle savaşacağım bilmiyorum. Bildiğim; sesler beni çağırıyor. Nicedir huzursuzum. Neriman Abla’nın tiz sesi, bakkal Davut Amca’nın yumuşacık sesi, Halam Gül’ün şen kahkahası, evimizin yamacındaki derenin şırıltısı, kuş cıvıltısı, yeğenim Ayşe’nin teyze kelimesi, bakır tencere,  kapı zili… Ve en çok, en çokta, elini öptükten sonra kulağımda ve gönlümde çok derin yer etmiş babaannemin sesi:  “Çok bayramlar göresin”.
İç sesim kahkaha atıyor, savaşın galibi o. Kırmızı pabuçlu kız benim. Evet benim. Bayramlıklarını giymeye kıyamayan. Onlara sarılıp uyuyan, şeker toplayan, bayram harçlıklarıyla sarı saçlı bebek alan. Benim… Şimdi gidiyorum, önce en kırmızısından pabuç almaya, sonra bayramlık ve gidiş biletim. Geliyorum sesler. Ve iç ses, sana söylüyorum hiç susma:
“Sen de çok bayramlar göresin…” Göresin ki bana gerçek bayramları hatırlatasın. Bir daha unutursam, hayata kapılırsam…